logo

reklam

Tarihçilerin Yazmadığı Acılar (II)


Prof.Dr. Mehmet ÖZHANLI
mehmetozhanli@sdu.edu.tr

Köyde kalan askerler, köyün en zengini olan Appas’ın evini boşaltarak, orada kalmaya başladılar. Köylülerin, birbirlerine gitmeleri ve bir araya toplanmaları yasaklanmıştı. İlk başlarda köy ahalisine mesafeli duran ve ilişmeyen askerler, zamanla; içilen şarabın da etkisiyle yavaş yavaş köyde kalmış olan kadınları, Appas’ın evine götürmeye ve sabaha kadar süren eğlenceler düzenlemeye başladılar. Haziran sıcaklarının başladığı ilk günlerden bir gün, evin kapısı sert bir şekilde açıldı ve eli mızraklı iki asker evin içerisine daldı. Her biri annemin bir kolundan tutarak götürmeye çalıştılar. Annem, ağlayarak yalvarıyordu ve gitmemek için ayaklarını kapının eşiğine dayamış, askerlerin arasında çırpınıyordu. Anneme arkasından sarıldım ve onu götürmesinler diye çekiştirip durdum. Sağ taraftaki asker, kolumdan tutarak çekip annemden kopardı ve beni salonun ortasına fırlattı. Arka odadan çıkan dedem, askerin sırtına vurmak için elindeki bastonunu havaya kaldırdığında, sol taraftaki iri yarı asker mızrağını dedemin göğsüne sapladı ve ittirerek sırt üstü düşürdü. İki eliyle mızrağı tutmaya çalışan dedemin, karnına sağ ayağını basarak mızrağı sağa sola döndürdü. Mızrağı çekip çıkardığında, dedemin yaşlılıktan incelmiş boynuna asılı gibi duran başı, sağ yanağının üzerine düştü ve derin bir nefes verdi. Dedemin üzerine kapandığımda, annemi çoktan götürmüşlerdi. Ne yapacağımı bilmeden uzun zaman dedemin açık kalan gözlerine bakıp durdum. Çukura çökmüş gözlerinde, hikayelerinde anlattığı acıyı ilk defa perdesiz gördüm. Acının; bedeni, beyni uyuşturduğu ve zamanın durduğu böyle zamanlarda, kelimeler kifayetsiz kalır. Eve gelen başka bir asker, beni dedemden kopararak köyün meydanına götürdü. Meydana benim gibi başka çocuklarda getirilmişti. Annemden bir haber alamadan bizi Mygdonia’ya doğru yola çıkardılar. Götürülen babam, haber alamadığım annem ve salonun ortasında ölü bıraktığım dedem, her şey bana bir rüya gibi geliyordu. Uyanacağım ve o bolluğun olduğu yıl ki gibi evimizde annemin hazırladığı zengin kahvaltı sofrasında, hep birlikte dedemi dinleyerek kahvaltı yapacağız. Benimle götürülen çocuklar, bilinmezliğin verdiği korku ve şahit oldukları korkunçluğun acısıyla, küçücük yüreklerine sığınmışlar ve bütün hislerini kaybetmiş gibiydiler.

Mygdonia’ya yaklaştığımızda, büyük kalabalıkların kümeler halinde karıncalar gibi gidip geldiklerini gördüm. Batı bakışımlı bir tepenin en üst noktasına kulmuş olan Mygdonia kenti, yaşadığımız ovanın tamamına hâkim konumdaydı. Çokta büyük olmayan kentin, büyütülmesi için hummalı bir çalışma vardı. Kente vardığımızda bizi bir çadıra götürdüler ve bir tercüman yapmamızı istedikleri şeyleri sakin ve uzun uzadıya anlattı. Bize biraz yemek verdiler ve ikişerli hizmet edeceğimiz yerlere götürdüler. Görevimiz, çalışanlara su servisi ve bazı ufak tefek ayak işleri yapmaktı. Civar köylerdeki bütün erkekleri toplamışlar ve inşa edilen yeni kentte angaryaya çalıştırılıyorlardı. Bunların arasında bir zamanlar Mygdonia’yı yönetenlerle zenginleri de vardı.  Erkeklerin bazıları Anthios Nehrinin doğu yakasındaki taş ocaklarında taş kesiyor; diğerleri bu taşları kente nakliye ediyor ve eli ustalığa yatkın olanlar da inşaatlarda çalışıyorlardı. Ellerinde kırbaçlar ve mızraklar olan askerler, kimsenin birbiriyle konuşmasına ve işi aksatmasına fırsat vermiyorlardı. Beyni dondurulmuş bedenlerimiz, söylenen her şeyi yapmayı kısa sürede alışkanlık haline getirdi. Benim su servisi yaptığım gurup, taş ustalarıydı. Usta başı bizim dili bilmeyen, Suriye’den gelmiş biriydi. Ben yaşlarda bir oğlu olduğunu sonradan öğrendim. Sanırım, oğlunun hatırına bana hiç kötü davranmadı ve bilakis diğerlerinin de kötü davranmasını engelledi. Zamanın anlamsız olduğu böyle günlerde, hayat insana dejavu gibi gelir. Kendimi ne kadar zorlasam da dedemi ve annemi bir türlü düşünemiyor ve sanki hayatım burada başlamış ve devam ediyor gibi geliyordu. Angarya çalıştırılan bizlerin kaldığı baraka ve çadırlar oldukça basit yerlerdi. Yere serilen, taştan biraz yumuşak döşeklerin üzerinde yan yana yatıyor ve ölmeyecek kadar yemek veriyorlardı. Daha önce taş işinde çalışmamış çiftçilerin elleri patlamış ve ara sıra yedikleri kırbaçlardan morarıp kabaran vücutları, insan derisinden farklılaşmıştı. Bir ay önce, evlerinde kadın ve çocuklarıyla mutlu yaşayan bu özgür insanlar, ruhu alınmış kölelere dönüşmüşlerdi.

Akşam güneşinin batmasına bir mızrak boyu kaldığı bir saatte, askerlerin çoğu telaş içerisinde taş ocaklarının bulunduğu dağa doğru koşmaya başladılar. Taş ocağında çalışanlar, başlarındaki askerleri öldürerek, dağın zirvesine doğru kaçmışlardı. Sıcak yaz gününde kentin üzerine büyük bir serinlik bulutu getiren bu isyan, ertesi günün kuşluk vaktinde, elleri zincirlenmiş kentin agorasına getirilen isyancılarla, yerini yürekleri kavuran bir sıcaklığa bıraktı. Babamın taş ocaklarında çalıştırıldığını o gün öğrendim. Yaklaşık otuz kişi kadar olan özgürlük isyancıları, agorada herkesin gözünün önünde önce acımasızca kırbaçlandı ve sorguya çekildi. Kırbaçlama devam ederken, agoranın kuzey köşesinde büyük körükleri olan bir ocak kuruldu ve yassı demir çubuklar, ateşin içerisine sokuldu. Babamın, saçı sakalı birbirine karışmış ve hafif şişman sayılacak babamın, kaburga kemikleri sayılır hale gelmişti. Koşup babama sarılmak için ayaklarım beni çekiştirse de Menneas’ın mızrak saplanan ve yüzü koyu yere kapaklanan gövdesi, gözlerimin önünden gitmiyordu. Seyreden herkesin göz yaşları içine akmasına karşın, yüreklerinde kabaran ateşi söndüremiyorlardı. Çaresizliğin nasıl bir şey olduğunu bize çoktan öğretmişlerdi. Başında yanaklıklı, sorguçlu, altın renginde bir miğfer bulunan komutan, agoranın ortasındaki Tyche Tapınağı’nın podyumunun üzerine çıktı ve herkesin duyacağı bir ses tonuyla, Makedonca bir şeyler söyledi ve Yunan asıllı bir tercüman söylenenleri bizim dilimize çevirdi. “Kralın egemenlik merkezi olan Babylon’ya da asilere ve düşmanlara verilen ibretlik bir ceza olduğunu; krala ve onun ordusuna karşı gelenlerin tartışmasız bu cezayla cezalandırıldıklarını, gördüğümüz bu asilerinde aynı şekilde cezalandırılacağını” ifade etti. İsyancılar, ocağa doğru götürüldüğünde ne yapılacağını anlamadan o tarafa doğru hareketlendik. Ocağın önüne yüksek bir kütük yerleştirilmişti. İsyancılar, teker teker o kütüğe doğru görüldüğünde, başları kesilecek sandım. İçime düşen korku ve öfk,e ocakta harlamış ateşten daha yüksek bir ısıyla beynimi yakıyordu. O an annemin, zorda kaldığı zamanlarda yaptığı gibi Tanrıya dua etmeye çalıştım, ancak aklımda tanrı kelimesinden başka bir kelime ve isim kalmamıştı. Kütüğün başında, sağ elinde satır tutan iri cüsseli bir cellat durmaktaydı. Kütüğe getirilen ilk isyancı ne kadar çırpınıp bağırdıysa da onu tutan askerler, etkisiz hale getirdiler ve kütüğün üzerine uzatılan sağ elin işaret parmağı, celladın tek darbesiyle ateşin başında, demir çubukları ısıtan cellattın ayaklarının dibine düştü. Parmağı kesilen adam, önce bir şey fark etmedi ve elini geri çektiğinde ciğerlerindeki havanın tamamını boşaltan bir çığlık attı. İzleyen bizler, nefes almayı unutmuş, suda boğulanların çırpınışlarıyla yutkunmaya çalışıyor ve daha olacakları hayal bile edemiyorduk. Parmağı kesilen adamı, oradaki direğin önünde diz çöktürüp, omuzlarından ve boynunda direğe yaslandırarak sıkıca bağladılar. Demir çubukları ısıtan cellat, ateşten bir çubuk çekti ve adamın sağ gözünün önüne getirdi; göz eriyene ve göz kapakları pişip birbirine yapışana kadar orada bekletti. Kesilen parmağın acısıyla bağıran adamın gözlerinden akan yaş, buharlandı ve gök yüzünde kara bir buluta döndü. O bulut o adamın ışığıyla birlikte, bizimde ışığımızı söndürmüştü. Sonra aynı eziyeti sol gözüne de yaptılar. İlk başlarda çırpınıp, acı acı bağıran adam, sakinleşti ve başı göğsünün üstüne doğru düştü. Gözlerinden çıkan buhar ve gelen yanmış et kokusundan izleyenlerden de bazıları bayılıp düştü. Bu işlem, sırayla bütün isyancılara yapıldı. Nefesim kesilmiş, babama sabitlenen gözlerimden yaş yerine eritilmiş kurşun, göğsümün kafesinden çıkmaya çalışan yüreğimin üzerine bir balyoz darbesi gibi damlamaktaydı. Sıra babama geldiğinde, titreyen bacaklarım, çırpınan yüreğim ve demir ağırlığına gelmiş beynim, hareket etmemi ve ses çıkarmamı engelliyordu. Parmağı kesildiğinde babam hepsine küfretti ve hiç bağırmadı. Gözlerine sabitlenmiş bakışlarımı görmesi için ne bir ses çıkarabildim ve ne de koşup ayaklarına sarılabildim. Cellat ateşten aldığı demir çubuğu sağ gözünün önüne getirdiğinde, başını arkaya doğru atarak göğe doğru: “Tanrım!” diye bağırdı. Bu kelime, gözünden çıkan buharın arasından, gökteki güneşe ve yüreklerimize bir mızrak gibi saplanmış ve ortalık kararmıştı. Ateşten aldığı yeni demir şişi, babamın sol gözünün önüne getirdiğinde, düğümlenmiş boğazım çözüldü ve “babaaa!” diyerek bağırdım. Önümdeki asker beni tutu ve ona doğru koşmamı engelledi. Sesimi duyan babam, eriyen gözünün acısını unuttu ve “Babis, oğlum!” diye öyle bir feryat etti ki eriyen gözlerinden akıp buharlaşan yaşlar, baharda eriyen karlarla coşan bir pınara döndü. Bir kere gözlerinin içine bakabilseydim, yaşadığım bütün bu acıları unutur ve yaşayacaklarıma da aldırış etmezdim. İşkence bittiğinde, isyancıları alıp götürdüler ve seyretmeye mecbur bırakılan bizleri de çalışma alanlarına dağıttılar. O gece ve sonraki gecelerde, rüyamda babam, içinde güneş parlıyormuş gibi iri gözleriyle bana bakarken, ben onun gözlerinin içine ne kadar uğraşsam da bir türlü bakamıyordum. Sonra tıpkı gözlerindeki yaşın buharlaşması gibi ortadan kayboluyordu. İşaret parmakları kesilen ve gözlerine mil çekilen babam ve diğer isyancılar, Selevkoslar’ın egemen oldukları, köy ve kentlerde insanlara teşhir edilerek; Büyük Krala karşı gelenlerin sonunun nasıl olduğunu, görsünler istiyorlardı. Halka, “kral ve adamlarının yaptıklarına karşı kör olun ve onlara karşı parmak ve dil uzatmayın!” mesajı veriliyordu. İzleyenlerin hem gözleri ve hem de yürekleri dağlanmıştı; o günden sonra uzun bir zaman ne yatakhanelerde ve ne de çalışırken, kimse konuşmadı. Konuşmayınca, acıların ve umutsuzluğun arkada kalacağını, alıştırıldıkları angaryaya kaldıkları yerden devam edeceklerini düşünüyorlardı. Ve o olaydan sonra bir daha isyan vb. bir şey çıkmadı. Yaşananları, kader belleyip angarya çalışmaya devam ettik. Tutsak işçi kampına, ele geçirdikleri civar bölgelerde çok sayıda yeni insanlar getirildi. Bizi tutsak edenler, kadın ve kızların bedenlerini kullanarak, gönüllerini eğlendiriyor ve bizleri de taştan inşa edilen kentte köle olarak çalıştırıyorlardı. İnşaattan düşüp ölenler, taş ocağında taşın altında kalıp ölenler, askerlerin işkenceleriyle ölenler ve daha fazla dayanamayıp intihar eden kadınlar, sıradan bir olay ve kurtuluş olarak görülüyordu.

Dördüncü yılın mayıs ayında, inşa edilen kent büyük oranda tamamlanmıştı. Izgara planlı dedikleri kentin bütün caddelerinin altına, derin bir kanalizasyon açılmış ve caddeler taş döşenmişti. Parsellere bölünmüş evler dışında, yamaca yaslandırılmış, bütün ovaya hâkim çok sayıda oturma sırası bulunan ve onların “Tiyatro” dedikleri büyük bir yapıyla, at nalı biçiminde on beş bin kişilik stadyum ve daha birçok büyük yapılar inşa edilmişti. Kentin en yüksek tepesinde bulunan tapınak, genişletilmiş ve etrafı stoalarla çevrelenmişti. Haziran ayının başlarında, kentin batısında çok sayıda aileden oluşan büyük bir kafile gelmişti. Artık dillerini öğrendiğim bu insanların konuştuklarını rahatlıkla anlıyor ve bizim için yarattıkları felaketin bitmeyeceğini biliyordum. Magnesia ad Maeandrum’dan getirilen Yunan ve Makedon asıllı bu kolonistler ile ordunun içerisindeki yaşlı askerler, kentin merkezindeki evlere yerleştirildi. Bir hafta sonra, Krallığın merkezi Babylonia’dan getirilenler ise kenar mahallelere iskân ettirildiler. Magnesia’dan gelenler bizim dinimize yakın bir inanca sahip idiler; diğerleri ise “Rab” denilen tek tanrıya inanıyorlardı. Bunların Musa adında bir de peygamberleri vardı. Onların Tanrısı içinde, tapınak olarak bir Sinagog inşa edildi. Mygdonia ve ona bağlı olan bizim köylerin tamamının isimleri değiştirildi. Düzenlenen kentin yeni adı, Kral Antiokhos’un kenti anlamına gelen “Antiokheia” oldu.

Getirilen bütün kolonist yabancılar kente yerleştirildikten sonra, Hoyran Ovası’nda bize ve diğer köylülere ait olan tarlalar, bahçeler onlara dağıtıldı ve toprakların asıl sahipleri olan bizler, kölelere dönüştürüldük. Bizden aldıkları/çaldıkları hayvanları da onlar arasında paylaştırdılar. Artık, bir zamanlar sahip olduğumuz topraklarda karın tokluğuna çalıştırılan evsiz, barksız   kimliksizlerdik…

Rüyamda bile göremediğim canım anam ve köydeki bazı kadınlar, yapılanlara daha fazla dayanamayarak intihar etmişlerdi. Rüyalarımda, sadece gözlerindeki ateş kırmızısı güneşi gördüğüm babam da aynı biçimde kendini öldürmüştü. Annemin, babamın, dedemin ve askerlere karşı çıkarak öldürülenlerin bir mezarı olmamıştı. Köpeklere atılan cesetleri, oradan oraya sürüklenerek ortadan kaybolmuştu. Tanrının diğer insanlarla eşit yarattığı bu insanlara bir mezar ve cenaze töreni bile çok görülmüştü.

Kısa zaman sonra yeni gelenler, bizim mallarla zenginleşti ve onların çocukları tıpkı bizim bolluk günlerimizde olduğu gibi yaşanan acılardan habersiz, kendi aralarında oyunlar oynayıp durdular. Bir zamanlar aynı duyguları taşıyan bizler, bu mutlulukların aldatıcı ve geçici olduğunu; kendisini Tanrı’nın yarattığı en mükemmel varlık olarak gören insanın, kötülük sınırının olmadığını, yüreğimiz parçalanarak öğrenmiştik. Artık her şey bende gerçekliğini yitirmiş, tiyatro sahnesinde oynanan bir oyun gibi kurgusal geliyordu. Gülmek, üzülmek, acı çekmek, mutlu olmak, öfkelenmek rol icabı yüzlere geçirilen maskelerden yansıyan duygular olmuştu benim için. Kötülüklerden habersiz, kendi aralarında mutlu oyunlar oynayan bu çocuklar, büyükler tarafından nasıl korkunç kötülüklere uğrayacaklarından ve kendileri büyüdüğünde nasıl korkunçluklar yapacaklarından bihaberlerdi…

Kentin inşaatı bittikten sonra, hayatta kalmış olan benim gibi yüzlerce çocuğu ve diğerlerini gelip mallarımıza konanlara köle olarak verdiler. Benim gönderildiğim aile, emekli (Veteran) bir askerdi. Buna pek aile denemezdi, yıllar önce ailesi öldürülmüş ve ailesini öldürenler tarafından alınıp, yetiştirilerek orduya dahil edilmiş, yaşlı bir askerdi. Hoyran Gölü’nün kenarındaki bir köyde; anne babasını öldürdükleri bir kızı da ona eş olarak vermişlerdi. Yüzünde ve vücudunun birçok yerinde derin yara izleri bulunan bu emekli asker; kırlaşmış saçı, sakalı ve yüzündeki derin çizgilerle oldukça sert görünümlüydü. Aradan geçen yıllar, insanın alışkanlıklardan ibaret olduğunu öğretti bana. Hizmeti görüldüğü sürece, yaşlı asker bize kötü davranmadı. Doğan çocuğuna “Alexander” ismini koydu. Oysa bir zamanlar anne babasını öldürenler, çocuğuna ismini koyduğu Alexander’in askerleriydi. Çocuğuna düşmanının ismini koymak ve düşmanından çocuk doğurmak… İnsanın anlaşılmaz bir mahlukat olduğunu her ne kadar ahlak ve erdem duygularının insana özgü olduğu söylense de insanın, en küçük sorun karşısında düpedüz basit bir hayvana dönüştüğünü, bu gözler kezlerce gördü. Getirilen kolonistler ve her şeyi elinden alınmış bizler, zamanla kaynaştırılmış bir bütün haline getirilmiştik. Bütünün içerisinde yaşanan acılarla ve yalnızlıklarla kimse ilgilenmiyordu.

On yedi yaşıma geldiğimde, yaşlı askerin oğlu, kızamık hastalığından ölmüş ve başka da çocuğu olmayan Aphia kendini asmıştı. Artık iyice yaşlanmış olan asker, her gün anılarını anlatmaya ve geçmişi çok sık anmaya başlamıştı. Sonbahar hüznünün çöktüğü bir gün, akşam üzeri evin Hoyran Ovası’na bakan balkonunda oturmuş, yaşlı askerin anlattığı anılarını dinlerken; daha sonra fırsatım olduğu halde bir türlü gitmeye özümün tutmadığı köyüme doğru baktım. Dedem, babam, annem, akraba ve komşuların hala orada olduklarını hayale ettim. Oraya gitsem orada olduklarını hayal ettiğim bu insanlar ortadan yok olacaklar ve yapa yalnız kaldığım bu dünyada, buz tutan yüreğim eriyecek, tıpkı babamın gözlerinin demir çubuğun kızgınlığıyla buharlaştığı gibi yok olacağımı düşündüm. Ölümden korktuğum için değil, aslında ölümden hiç korkmamıştım. Zaten ben, asker mızrağı dedemin göğsüne sapladığı gün ölmüştüm. Kulak zarlarıma mızrak gibi çarpan “Babis” kelimesiyle irkildim. Yaşlı asker, “beni dinlemiyor musun?”, İrkilmenin beynimde meydana getirdiği boşlukla ona doğru döndüm ve kekeleyerek “dinliyorum efendim dinliyorum sizi” … Biliyor musun insan garip bir varlık, bazen çokta iyi hatırlayamadığım annem ve babamı düşüyorum ve onlara büyük bir özlem duyuyorum. İnsan ne kadar yaşlansa da kendi ailesi olsa da annesinin babasının yerini hiç kimse dolduramıyor. İçimde acaba sen bir asker olarak kaç çocuğu annesiz babasız bıraktın? diye geçirirken; annesini babasını kaybetmiş biri olarak, içimde kabaran öfkeyi hiç dindiremedim, iç geçiren pişmanlık dolu bir ses tonuyla, “bana yaşatılan acıları yüzlerce başka insanlara yaşattım”. Bizim gibileri, hepimize aynı kaderi yaşatan yönetici ve zenginlerin adı konmamış köleleriyiz. “Biliyor musun Babis! tarihçiler benim, senin ve benim gibilerin insanlara yaşattığı acıları yazmayacaklar. Onlar, sadece bu acılara sebep olanları yazacaklar. Onları da acı yaşatanlar olarak değil, halklara özgürlük eşitlik ve adalet getiren kahramanlar diye yazacaklar. Bu kahramanların (!), göz yaşı ve acıları harç olarak kullanıp, inşa ettikleri kentleri ve kurdukları devletleri “uygarlık” adı altında yüceltecekler. Her devlet ve her ırk kendisinin sebep olduğu acıları görmeyen ve onları eşitlikçi, inançlı ve adil gören ve öyle yazan tarihçileri sever. Bundan dolayı tarihçilerin yazdığı kahramanlık kitaplarının sayfaları arasında, senin gibilerinin yaşadığı acılar, insanlara masal gibi gelir”. “Yöneticilerin istediği ve tarihçilerin yazdığı bu yalanları, Tanrı görüyor ve biliyor değil mi?” diye sordum. Tanrının ilahi adaleti, eninde sonunda tecelli eder, bundan hiç kuşkun olmasın. Öldürülen dedem ve korkunç acılarla giden ve bir daha dünya gözüyle göremeyeceğim annem ile babam gözümün önüne geldi. Babamın eriyip buharlaşan gözleri gibi boşluğa dönen gözlerimden akan yaşlar, tarihçilerin yazdığı yalanlar arasında buharlaşıp uçtu. İlahi adalet, ilahi adalet tecelli etmek için neyi bekliyor… Bu kadar acı ve bedel tecelli etmesi için yeterli değil mi? Yaşlı asker, ilk defa gözlerimin içine uzun uzun bakarak, “sabırlı olmamı ve yapılan hiçbir kötülüğün karşılıksız kalmadığını ve kalmayacağını” yaşanmış onlarca hikâye ile anlattı. O günden sonra, yaşlı askerle aramızda köle efendi ayrımı kalkmış, bana oğul gibi davranmaya başlamıştı. Evdeki, bahçedeki ve tarlalardaki bütün işlerle ben ilgileniyordum. Kışlık hazırlıkları tamamlayıp, yağan ilk karla evin içine çekildiğimiz bir gün, “İlahi adalet kısmen de olsa senin için tecelli etti; dün seni evlat edindim ve bütün mallarımı sana bıraktım” dedi, yaşlı asker. “Kimin malını kime bıraktı!” diye düşünerek; geç gelen adaletin, yüreğimde yarattığı hüzünle, pencereden yaşatılan acıları örten kara baktım…

Etiketler: »
Share

Yorum yapabilmek için Giriş yapın.

İLGİNİZİ ÇEKEBİLECEK DİĞER KÖŞE YAZILARI

  • BÜYÜK BAŞKOMUTAN, BÜYÜK TAARRUZ, BÜYÜK ZAFER…

    30 Ağustos 2024 Köşe Yazıları, Tüm Manşetler

    İkinci Viyana kuşatmasından (1683) tam 238 yıl sonra ilk defa Sakarya Meydan Muharebesinde toprak kaybedilmemiş, 22 gün 22 gece (23 Ağustos-13 Eylül) süren “HATTI MÜDAFAA YOKTUR, SATHI MÜDAFAA VARDIR. O SATIH BÜTÜN VATANDIR anlayışıyla gerçekleştirilen SAKARYA meydan savaşında kanlı çarpışmaların ardından durdurulan düşman, Sakarya Nehrinin batısına püskürtülmüş ve bağımsızlık yolunda en önemli adım atılmıştır, düşman ordusunu tamamen yurttan atmak amacıyla bir yıl kadar süren hazırlık döneminden sonra, 26 Ağustos 1922'de Başkomutan Mustafa Kem...
  • SOKAKTAN MECLİSE BÖYLE NEREYE?..

    24 Ağustos 2024 Köşe Yazıları, Tüm Manşetler

    O gün sabah erken kalktım. Hava sakindi. Üç gündür dağdan esen sert ve şiddetli, aynı zamanda sıcak rüzgâr dinmişti. Denize gidebilirdim. Mayomu giydim ve yaklaşık 600 metre uzaklıktaki denize hızlı adımlarla kısa sürede ulaştım. Yaklaşık 1 saat deniz kenarında yürüyüş ve yüzmeden sonra biraz yorgun vaziyette dönüş yolunda, bahçesinde etrafı temizleyen 50-55 yaşlarında zaman zaman ayak üstü sohbet ettiğim Hakan’a rastladım. Kendisi mühendisti, zamanında İstanbul da şirketleri ve iyi bir hayatı olmuş, ancak hayatın acımasız yanlarını da yaşam...
  • Kırım – Kongo Kanamalı Ateşi; Keneler ve Düşündürdükleri

    30 Nisan 2024 Köşe Yazıları, Tüm Manşetler

    İçinde bulunduğumuz ay itibarıyla havaların ısınması, yağmurların yağması ile birlikte, bahçe, tarla işleri ile birlikte KENE MEVSİMİNİNİN de başlaması, dolayısıyla Kırım-Kongo Kanamalı Ateşi hastalığı ve insanlarda ölümlerin görülmesi söz konusu olabileceğinden, EMEKLİ DE olsam, sorumluluk bilinciyle yıllardır yaptığımız uyarıları, yapılması gerekenleri; YETKİLİLERE, ETKİLENENLERE bir kez daha hatırlatmak istedim.. Ülkemizde 2002 yılında Kırım-Kongo Kanamalı Ateşi ile gündeme oturan, popüler olan ve 7’den 70’e herkesin tanıdığı keneler, biz...
  • ANTİOKHEİALI YAŞLI KADIN

    25 Nisan 2024 Köşe Yazıları, Kültür Sanat, Tüm Manşetler

    Üçüncü cemre düştüğünde, karlar erimeye başlamıştı. Kentin sokaklarında eriyen karların suları, bulanık bir şekilde akmaktaydı. Bir zamanlar düzgün taş döşeli olan sokaklar artık bütün özelliğini kaybetmiş, kanalizasyon sistemi tıkanmış, sular caddenin yüzeyinde sessizce akmaya başlamıştı. Bahar güneşinin sıcaklığı kendini iyice hissettirirken, yaşlı kadın kahvaltısını yapmış, mutfağın penceresinden güneşin ışıklarını izleyerek, derin düşüncelere dalmıştı. On üç yaşında evlenip geldiği bu evde geçirmiş olduğu günlerin hayaline dalmıştı ki, hizm...