Son Dakika
Bu tâbirle ilk defâ 70’li yılların başında, daha çocuk denecek bir yaşta karşılaşmıştım. Adıma gönderilen ve kim tarafından gönderildiği belli olmayan, daktilo ile yazılmış bir mektup gelmişti ve başında büyük harflerle “SAADET ZİNCİRİ” yazıyordu.
Anlamını bilmediğim bu tâbirden mânâ çıkarmaya fazla zaman ayırmadan altında yazılanları hızla okumaya başladım. Bugün kullandığımız Latin harfleriyle yazılmış 7 tane Besmele bulunuyordu. Ardından gelen yazı ise şimdilerde pek hatırlayamadığım, duâya benzer kısa bir metindi. Yazının sonunda beni ürküten bir ihtar vardı:
“Burada yazılan yazıların aynısını 7 ayrı kişiye mektup şeklinde yazarak 7 gün içerisinde mutlaka gönderin, her dileğiniz yerine gelecektir; aksi hâlde ya bir felâkete uğrarsınız ya da ölürsünüz!.. ”
Devâmında da; “Bir albay bunu yırtıp attığı için 7 gün sonra evi yanmış, 7 ay sonra da kendisi denizde yüzerken boğulup ölmüş vs.” şeklinde gelen bir tehdit…
***
Ben nasıl bir imtihanla karşı karşıyaydım Yâ Rabbi?..
Aklıma, çocukken dinlediğim masallardaki kahramanların, dileklerine ulaşabilmek için karşılaştıkları zor ve çileli imtihanlar gelmişti. Birdenbire tüylerim diken diken oldu. Sonrasında birden boğazımın kuruduğunu ve terlemeye başladığımı hissettim. Yutkunamıyordum, şakaklarımdaki zonklamayı kulaklarımın içinde duyuyordum…
O zamanlarda fotokopi makinesi diye bir îcâdın varlığını dahi bilmiyordum. Zaten bilsem de henüz bizim oralara gelmemişti ve bana bir faydası yoktu.
Ne yapmalıydım? Hemen aklıma babamın İsviçre malı Hermes marka daktilosu gelmişti. Ârızalıydı mârızalıydı ama ben bir yolunu bulur yazarım, diye düşündüm kendi kendime. Babam o makineye dokunmamamız konusunda her ne kadar bizi îkaz etmiş olsa da pek mühim bir hayat memat mes’elesiyle karşı karşıyaydım. Hem yazının orijinaline de uygun olması için daktiloyla yazılması gerekiyordu diye aklımdan geçirdim. Zarfı koynuma sokarak koştura koştura eve ulaştım. Annem, komşulara gezmeye gitmişti ve beni babama ispiyonlayacak kardeşlerim de ortada yoktu. İşim rast gidiyordu, hemen daktilonun başına geçtim ve bir parşömen yerleştirdim. Tek parmakla vurmaya başladım daktilonun tuşlarına… Fakat o da ne!.. Tâlihim ters gitmeye başlamıştı; daktilonun bazı harfleri yazmıyordu, ben korkuyla birlikte öfkelenmiş ve bu yazmayan tuşlara daha hızlı vurmaya başlamıştım. Daktilonun içinden birkaç küçük yay fırladı. Artık pek çok tuş çalışmamaya başlamıştı…
Şimdi korkum ikiye katlanmıştı: Bir tarafta “kutsal zannettiğim bir metni” gönderemediğim takdirde başıma gelecek felâketler, diğer tarafta ise zaten ârızalı olan daktiloyu daha fazla bozduğum için babamdan işiteceğim azar ve belki de sonrasında yiyeceğim dayak…
Çocukken hiperaktif bir yapıya sahip olduğum için evde az vukuatım olmamıştır. Bununla birlikte bu özelliğimden dolayı da evde işlenen bütün fâili meçhul suçlar hep benim üzerime kalırdı…
“Zâten ârızalı, kullanılmaz” diye düşündüğümden hiçbir şey olmamış gibi daktiloyu yerine bıraktım ve evden sıvıştım.
***
Şimdi daktiloyu çoktan unutmuştum ve asıl mesele kafamı kurcalıyordu: 7 gün içerisinde bu mektubu gönderemezsem acabâ evimiz yanar mıydı, ben de tıpkı o albay gibi bir kazâya kurban gidip ölür müydüm? Bir türlü bitmek bilmeyen ve kafamı kurcalayan sorular, sorular, sorular…
Kâbuslarla dolu bir geceden sonra takıntılarım gittikçe artmıştı ve ben artık bunu birileriyle paylaşmak zorundaydım. Aklıma mahallemizin güzel kızı Sündüs Abla geldi. Sündüs Abla, liseyi yeni bitirmiş; evde kısmetini bekleyen, uzunca boylu, beyaz tenli, 17-18 yaşlarında çok güzel bir genç kızdı. Arada bir dikiş-nakış kursuna giderdi ve bazen yolda benimle karşılaşınca hâlimi hatırımı sorardı. Bu da benim çok hoşuma giderdi. Kız kardeşi Aynur da mahallemizden arkadaşımdı; iyi geçindiğimiz ve annelerimizin konuşup görüştüğü iyi komşumuzdu Sündüs Ablalar… Kapıyı Aynur açtı, annesi sesimi duymuş olmalı ki beni eve dâvet etti. Sündüs Abla’ya durumu anlattım ve “Saadet Zinciri“ni gösterdim. Hep ağızdan bir ses çıkmaya başladı. Yok efendim bir tanıdıkları bu kâğıdı yakmış, sonradan uçurumdan düşmüş ölmüş, yok efendim kadının biri bu kâğıdı yırtmış atmış, veremden ölmüş. Hikâyeler hikâyeler, hikâyeler…
***
“Sol elinle yemek yersen Allah elini taş eder, Besmele çekmeden yemeğe oturursan taş olursun, karanlıkta rastgele yere çiş yaparsan cinler şeytanlar çarpar, vakitsiz ezân okursan zelzele olur vs.” gibi tehdit ve telkinlerle yetişmiş bir toplumun çocuklarıydık; yanımız yöremiz bu şehir efsânelerinin anlatıldığı hikâyelerle doluydu. Şimdilerde şizofreni hastası olduğunu tahmin ettiğim insanlar için bile o dönemlerde kendi kendisine konuştuğu için “Cinlerle evli bu; eşi ve çocuklarıyla konuşuyor.” masalı anlatılırdı…
***
“Saadet Zinciri” elime geçeli altı gün olmuştu ve ben onu yazıp gönderebilmek için doğru dürüst bir şey yapamamıştım. “7 gün”ü geçirme korkusu içimi ürpertiyordu. Evet 7 gün… Bu 7 rakamının bir hikmeti olmalıydı. Hacca gidip gelen dedeler nineler hep Kâbe’yi 7 defâ tavaf ettiklerinden bahsederlerdi ve mutlaka bir hikmeti var diye bir bağ kurmaya çalıştım çocukluk sezgilerimle. O hâlde bu işi en iyi Şükrü Amca bilir, diye düşündüm. Şükrü Amca, ilçede camcılık yapan, 30-35 yaşlarında, temiz yüzlü, temiz giyimli, güler yüzlü, beş vakit namâzını edâ eden, Ramazan aylarında terâvih namazlarına devâm ettiğimiz için bana ve arkadaşlarıma namazdan sonra tatlı ikram eden, özü sözü bir adamdı. İşten artakalan zamanlarında dükkanında Kur’ân-ı Kerîm okurdu. Bir gün, dükkânına ziyarete gittiğimde önce çay ısmarlamış, sonra da bana küçük bir İslâm ilmihâli hediye etmiş, bu da beni çok sevindirmişti. “Çocukluğumuzun büyükleri” ne de güzel insanlardı…
***
7. gün, “Saadet Zinciri”ni Şükrü Amca’ya da gösterdim; okudu, gülümsedi: “Bundan bir şey çıkmaz, kaldır bunu at; bu tip şeyler Hristiyan misyonerlerinin bir oyunudur.” dedi. Ben misyonerin ne demek olduğunu ilk defa o gün Şükrü Amca’dan öğrenmiştim…
***
Şükrü Amca’nın dükkânından ayrıldıktan sonra rahatlamış, beni esir alan bir tabudan kurtulmanın ferahlığıyla eve doğru yürüyordum fakat kör şeytan yine de boş durmuyordu. Acaba yırtıp atsam mı, yoksa bir toprağa mı gömse idim?.. Bu vehimlerle eve kadar geldim, annem uzunca bir süredir devâm eden şüpheli hâlimden işkillenmiş olacak ki “Yine ne haltlar karıştırıyorsun?” dedi. Ben dayanamadım , elimdeki kâğıdı gösterdim, okudum. Sonra “Ne yapayım?” dedim. Annem de bana “Oğlum, en iyisi sen bunu bir suya atıver gitsin, silinir gider, hiçbir şey kalmaz.” dedi. “Saadet Zinciri”ni imhâ meselesi de bu şekilde hallolmuştu, hızlı adımlarla yürümüş, şehrin içerisinden geçen Acı Çay’a varmıştım bile… Denize karışan çayın üzerinde kaybolana dek seyrettim “Saadet Zinciri”ni; bir daha hiç geri dönmeyecek misâfirini yolcu eden ev sahibi gibi…
Sabah güneşi üzerimize doğduğunda 7 gün bitmiş, sekizinci güne girmiştik. Çok şükür başımıza bir kazâ belâ gelmemişti; evimiz yanmamıştı, annem babam kurtulmuş, kardeşlerim kurtulmuş ve ben kurtulmuştum…
Etiketler: Kemal Çopuroğlu » ÖzyalvaçYorum yapabilmek için Giriş yapın.
BENZER HABERLER