Son Dakika
Emhal Besi Çiftliğine bayan eleman aranıyor
Yalvaç’ın üreten ve üretken markası: DURUTÜRK
ELBENGİLİ PVC-Alüminyum-İnşaat’tan BAYRAM TEBRİKİ
Yalvaç’ta perde, tül ve nevresimin adresi: ERTEN…
Yalvaç’ta 15 yıldır el yapımı PİZZA’nın tek adresi: Dr. Pizza…
Yalvaç’ın kazanma ustası 10. seçiminden %95’le galip çıktı
Prof.Dr. Mehmet ÖZHANLI
Bir toplumun uygarlaşması, üzerinde yaşadığı kendisine yurt, ülke edindiği toprakları; ırklardan, ideolojilerden uzak, bütün geçmişiyle ve renkleriyle sahiplenmesiyle olur. Coğrafi olarak dünyanın merkezi denilebilecek Anadolu, tarihin hemen hemen her döneminde uygarlığın da önemli merkezlerinden biri olmuştur. Yüzey şekilleriyle, yeraltı zenginlikleriyle iklimiyle ve bitki örtüsüyle Paleolitik Dönem ’den itibaren, canlı yaşamına en elverişli ortama sahip olan, Anadolu’da dünyanın ilk anıtsal tapınağı inşa edilmiş ve Neolitik Dönemle birlikte büyük kentler ve bu kentlerde yüksek uygarlıklar ortaya çıkmıştır. Hititler, Anadolu kültüründen beslenerek, dünyanın ilk imparatorluk düzeyine ulaşmış halkları arasına girmişlerdir. Bu topraklar, Demir Çağı’nda Urartu, Frig, Geç Hitit ve Lidya gibi dünya uygarlıkları arasında isimlerini ilk sıralara yazdırmış devletlerin ana yurdu olmuştur. Perslerin, Büyük İskender’in, Helenistik Kralların ve Romalıların kurdukları büyük imparatorlukların kalbini yine Anadolu oluşturmuştur. Selçuklu, Beylikler, Osmanlı ve Türkiye Cumhuriyeti; Anadolu’daki tarihsel sürecin bize ait bölümünü meydana getirmektedir. Bu cennet topraklar, yurdumuz, ülkemiz, vatanımız, canımız ve her şeyimiz. MS 1071 yılında bir bölümüne ve 1453 yılından itibaren tamamına sahip olduğumuz bu topraklarda, 569 yıldır egemen olarak yaşıyoruz. Doğu Roma İmparatorluğundan sonra Anadolu’ya en uzun süre egemen olmuş ve olmaya devam eden bizler, acaba Anadolu’yu her şeyiyle benimseyip, özümseyerek sahiplenebildik mi? Yerleşik hayata geçebildik mi? Bu toprakların geçmişini ne kadar biliyoruz? Geçmişinden ne dersler çıkardık; ne ilham aldık? Bu, vb. binlerce soru sorulabilir… Sorulara, herkes makamına, yetkisine, zenginliğine, bulunduğu ortama, eğitim düzeyine ve inandığı ideolojiye göre kendince cevaplar verebilir. Ancak, bu sorulara, duygusallıktan ve ırkçılıktan uzak cevaplar verildiği takdirde doğru sonuçlara ulaşılabilir.
Yerleşik hayata geçmek; konutlar, gökdelenler, köyler ve kentler inşa etmek anlamına gelmiyor. Yerleşik hayata geçmek, uygarlaşmaktır. Uygarlaşmak, içgüdüsel davranışlarından uzaklaşıp akıl ve mantıkla hareket edebilmektir. Sahiplenmek, yaşadığın yeri, ülkeyi benimseyip ona en narin sevgili gibi; bir ömür ve belki de binlerce neslinin burada yaşamaya devam edeceğini düşünerek davranmayı gerektirir. Tarım arazilerini yerleşime açan, devletin verdiği destekleri alarak hayvancılığı küpe (!) üzerinden yapan; dağları, su kaynaklarını hunharca kullanan, yarın göçecekmiş gibi doğayı, bitkileri, ağaçları ve diğer canlıları yok eden toplumlar kesinlikle yerleşik hayata geçememiş ve yaşadığı toprakları gerçekten yurt olarak benimsememiş demektir. Yaşadığı ülkede bulunan antik kentleri, “gâvur” eseri olarak tanımlayan; tarihi eserleri define olarak düşünen ve bu eserleri dinamitlerle patlatıp yok eden toplumlar, yerleşik hayata geçememiştir. Bunlar, kendi evlerini soyan hırsızlardan farksız değildir.
Fatih Sultan Mehmet ve Mustafa Kemal Atatürk gibi dehalar, bilinçli ve bilgili olarak Anadolu’nun geçmişini; kurdukları devletlerin geçmişi olarak kabul etmiş ve bu topraklarda yaşanan her şeyi iyisiyle, kötüsüyle benimsemiş ve sahiplenmişlerdir. Ve bu köklerden filizlendiklerini bütün dünyaya ilan etmişlerdir. Fatih Sultan Mehmet’in, dönemin Papasına yazdığı mektupta Roma’nın kurucusu Troya’lı Kahraman Aineias’a atıfta bulunarak köken birlikteliğine vurgu yapması, yerellikten kurtulmuş evrensel bir liderin ışığını yansıtır. 1453 yılında, Homeros’un destanlarını okumuş olan bu ileri görüşlü insan, Anadolu’yu bütün geçmişiyle sahiplenmiş ve kendisini bu tarihin bir devamı olarak görmüştür. Tunç Çağı’nın sonlarında yaşandığı düşünülen Troya Savaşını bilen; Troya’lı Kahraman Hektor’un öcünü almayı kendisine vazife edinen Mustafa Kemal Atatürk’ün bu toprakların geçmişini nasıl sahiplendiğini izaha gerek yok. Ama maalesef bu gün bakıldığında hala Fatih’in ve Atatürk’ün düşünce düzeyine ulaşamamış bir toplumla karşı karşıya olunduğu görülür. Tarih bilinci ırk çerçevesinde kalmış; yaşadıkları bu cennet topraklara değil bin yıllar önce gelinmiş olan bozkır topraklara özlem duyan; göçerlikten kurtulamamış, evrenselleşme yerine yerelleşmeyi seçmiş bir düşünce… Eğer o topraklar, özlem duyulacak düzeyde zengin ve kültürlenmiş olsaydı, oradan gelmezdik…
Fatih ve Atatürk’ün özümseyerek, ezbere bildikleri Anadolulu Homeros’un destanları, Avrupa ve Avrupa’ya bağlı olarak Amerika’nın edebiyatının, tiyatrosunun ve sinemasının temelini ve ana omurgasını oluştururken; Rus edebiyatına ilham kaynağı olmuşken; bu toprakların sahibi olarak geçinen bizlerin, bunlardan hala haberdar olmaması, trajikomik bir durumdur. Homeros’un destanları sadece bir örnek, bu toprakların geçmişinde, uygarlığın gelişmesinde büyük rol oynamış bunlar gibi binlerce değerler bulunmaktadır. Ne zaman bu değerleri öğrenir ve sahiplenirsek, işte o zaman yerleşik hayata geçer, uygarlaşabilir ve bu toprakların gerçek sahibi olabiliriz…
Etiketler: Atatürk » Fatih » Homeros » Özyalvaç » Prof.Dr. Mehmet ÖzhanlıYorum yapabilmek için Giriş yapın.
İLGİNİZİ ÇEKEBİLECEK DİĞER KÖŞE YAZILARI
30 Ağustos 2024 Köşe Yazıları, Tüm Manşetler
24 Ağustos 2024 Köşe Yazıları, Tüm Manşetler
30 Nisan 2024 Köşe Yazıları, Tüm Manşetler
25 Nisan 2024 Köşe Yazıları, Kültür Sanat, Tüm Manşetler