Son Dakika
Evvel zamanlardaki bir Kurban Bayramı öncesi satın aldığım bir koçu otlatmak üzere Hisarardı köyündeki bahçeme götürmüştüm. Koç bir köşede otlanadursun, bahçeye her geldiğimde yaptığım gibi etrafı seyre daldım: Bazıları belki de yüz yaşını görmüş ve geçmiş olan ceviz, kestane ve meşe ağaçlarının yanı sıra, kavak, erik, vişne, fındık, muşmula (beşbıyık, döngel), kızılcık (ergen) ve daha çok bodur bir çalı görüntüsü arz eden ve bahçe kenarlarında sıralanan kuşburnular, böğürtlenler, yaban gülleri ve güneşi görebilmek için ağaçlara tırmanarak yukarı doğru çıkmaya çalışan yabani üzüm asmaları; yerde boylu boyunca çimenlerle sarmaş dolaş olan ayrık otları, yonca, kara hindiba, yabani nane (yarpuz), horozibiği, melisa, dulavratotu (pıtırak) ve ismini bilemediğim onlarca otsu bitki zemine serilmiş yeşil bir halı gibi ve bunların arasından mahçup bir şekilde başlarını uzatan gelincikler, kırmızı yanaklı papatyalar, kocaman yapraklarıyla sarının, turuncunun tonlarını giyinmiş çuha çiçekleri sanki bu halının motiflerini, desenlerini oluşturmuş bir hâldedir.
İnsanın bu otların üstünde sırt üstü debelenesi gelir; tâ ki bunalmış, örselenmiş ruhu huzur bulana kadar…
Bu iç huzûru, kapalı bir yerde havasız kalıp artık yaşamaktan ümidini kesen birisinin ciğerlerine ansızın dolan bir hava ile solukladığı ve yeniden can bulduğu tâze bir nefes gibidir ve ölümün acı çığlığı kulaklarından yavaş yavaş silinmeye başlamıştır artık…
Neden sonra, Hisarardı köyünün yürekleri burkan bazı metruk bahçeleri gözüme çarpar; kimileri yıkık taş duvarlarıyla, kimileri de sınırı bekleyen askerlerin düşman saldırısına daha fazla dayanamayıp boylu boyunca yere uzandığı gibi, üzerlerine tutturulan paslı, bölük pörçük dikenli tellerle birlikte devrildiği ağaç direkleriyle… Bu bahçelerde, bakımsızlıktan kurumuş ağaçların dalları Rablerine el açıp; “Bizi kurtar!” dercesine insanoğlunun nankörlüğünden, ahde vefâsızlığından şikâyet eder gibidirler. Bir zamânlar insanların içerisinde neşeyle dolaştığı, kuşların cıvıldaştığı bu terk edilmiş bahçeler kim bilir kimlere rızık kapısı olmuştur?.. Çeşit çeşit meyve ağaçlarına ve sebzelere ev sâhipliği yapan bu bahçelerden kimbilir kaç yıl bal şerbetleri akmıştır oluk oluk…
***
Târihe Şâhitlik Eden Bir Köy…
Kadîm şehir Yalvaç’ın Hisarardı köyü için, bugün geride harabeleri kalmış olan antik şehir Pisidia Antiokheia’nın kalbi denilse yeridir. Bu antik şehrin târihine şâhitlik eden Hisarardı, gâyet bol suyuyla ve Roma devrinden bugüne kadar çok az bir kısmı ayakta kalan, yıkılmaya yüz tutmuş su kemerleriyle de bir kültür ve medeniyetin yükselişinin suya ne kadar bağlı olduğunu gözler önüne sermektedir.
Köyün yerlisi olan bir kişinin bana anlattığına göre bu antik şehrin Roma devrindeki pazar yeri de bugün ağaçlarla kaplı bulunan bahçelik bir alanda kurulmaktaymış. Târih boyunca bu denli bir işlekliğe sâhip bir köyde bakımlı bahçelerin yanı sıra metruk ve bakımsız bahçelerin varlığına şâhit olmak hüzünlendiriyor insanı… Evet, bu bahçelerin en eski sahipleri; mûrisler, vazifelerini lâyıkı veçhile yapmış olmanın huzuruyla bugün ebedî uykularında uyumaktalar… Onların vârisleri olan oğulları, kızları, torunları; ya onlar neredeler?.. Onların bazıları da şimdi aile büyükleriyle birlikte ebedî âlemde, bazıları da başka şehirlere ve yurt dışına gurbetçi olarak göç etmişler ve oraları memleket bellemişlerdir kendilerine… Bu dağınık vaziyet, bazen sayıları on- on beşi bulan mirasçıları bir araya getiremediği ve bu yüzden de satılamadığı için yeni sahiplerinin ellerinde can bulamayacağından bu zavallı bahçeler kim bilir daha kaç yıl yalnızlığa mahkûm edilecektir…
***
Bölgede, İç Anadolu ve Batı Akdeniz’in kuzeyine has iklim özellikleri ağır basmasına rağmen köy, nemli ve ılık havası, sürekli kendisini yenileyen bir bitki örtüsü ve ağaç yosunlarıyla bana Karadeniz iklimini hatırlatmaktadır. Yer yer engebelik arazileri de içerisinde barındıran köy bahçelerinin sınırları ve bozuk toprak yolları vaktiyle insan eliyle yapılmıştır ve kalemle çizilmiş gibi düzenli biçimde görününmüştür hep gözüme… Suçıktı adı verilen kaynaktan doğarak şehrin içme suyunu da teşkil eden suların bir kısmı, yılların yorgunluğunu taşıyan yaşlı kanallar vasıtasıyla yukarılardan aşağılara doğru kıvrıla kıvrıla akarak yeşile dâir ne varsa onlara can vermektedir. Şöyle bir gezintiye çıktığınız zaman, bahçeleri birbirine bağlayan toprak yollarda yer yer yüz yaşını aşmış kestane ağaçları görürsünüz; bazısı üzerine düşen yıldırımlarla yarısına kadar yanmış, bazısının da içine bir insan sığacak kadar kovuk açılmış ulu kestane ağaçlarını…Tabiatın bütün zorlamalarına direnen, mermerden bir Roma heykeli gibi hırpalanmış fakat bütün heybetiyle dimdik ayakta kalmak için ısrar eden kestane ağaçlarını…
***
Ormanın sihirli elleri
Ceviz ağaçlarının tepelerinde cambazlık taslayan ve ele avuca sığmayan sincapların da hakkını vermemiz gerekir. Güçlü sonbahar yağmur ve rüzgârlarının hemen ardından ağaçlarının diplerine dökülen cevizleri bulmak umuduyla küçük bir gezinti yaparken, define avcılarının büyük ümitlerle girdikleri yoldan sukutuhayâle uğrayarak çıktıkları gibi acı verici bir akıbetle karşılaşan ben, yiyebilmek umuduyla elimi attığım, neredeyse her ceviz tanesinin kabuğunun üzerine madenî beş kuruş büyüklüğünde yuvarlak, minik bir pencere açıldığına ve yine bu cingöz hayvanlar tarafından içlerindeki cevizin hop diye çekiliverdiğine şâhit olmuşumdur. Hem de bir torna ustasının elinden çıkmışçasına, her ceviz tanesinin kabuğuna matkapla açılmış gibi muntazam bir delikten cımbız vazifesi gören uzun ve kavisli tırnaklarla cevize hiçbir zarar vermeden ustaca bir çekiş… Bir defasında köylülerden sincaplarla ilgili bilgi alırken, bu hayvancağızların aslında ne kadar faydalı olduklarını öğrendim. Ceviz, meşe palamudu kestane, fındık gibi yemişlerin iştahlarından artakalanlarını daha sonra yemek amacıyla toprağa gömerek stoklayan bu minik oburlar, bir kısmının yerlerini unutarak belki de farkında olmadan koskocaman bir ormanın doğuşuna vesile olan mübârek bir işçiye dönüşüvermektelermiş.
***
Kargaların Zaferi
Bahçemin diğer sakinleri ise kuşlar… Nisan yağmurları bitip, mayıs ayının güler yüzü kendisini göstermeye başladığında kesintisiz, dakikalarca öterek dinleyenini mest eden bülbüllerin yanı sıra hemen her mevsimde insana makineli tüfek seslerini hatırlatan seri ve yeknesak takırtılar çıkartarak insanı ilk anda ürküten ağaçkakanların, bir kurtçuk ya da böcek bulma umuduyla boylarına poslarına bakmadan devâsâ ağaçların gövdelerine korkusuzca taarruzları, bahar ve yaz bereketiyle yağlanıp tombullaşan karatavuklarla sığırcıkların hantal, komik uçuşları, zaman zaman insan çığlığına benzeyen haykırışlarla anlamakta güçlük çektiğim bayağı alacakargaların çok görkemli bulduğum turkuaz mâvisine çalan kanatlarını açıp bir ağaçtan diğer bir ağaca konarak etrafı dikizlemeleri ve pek çoğumuzun kaba sesinden rahatsız olduğu, hiçbir işe yaramadıkları düşünülen “kara kargalar…” La Fontaine’nin masal dünyâsında, “Kurnaz Tilki”ye madara olan kara kargalar…
Bazen tabiat bize mühim dersler verir…
Kurbanlık koçum, üç beş gün sonra başına geleceklerden habersiz taze otları büyük bir iştahla işkembesine indirirken, birden ağaçlıkların arasından bir cayırtı koptu. Kargaların kanat sesleriyle bağırış çağırışları birbirine karışmıştı ve bir tehlike olduğu muhakkaktı. Ağaçların sık dokusundan tam görememiştim; acaba vahşi ve yırtıcı bir hayvan mı kuşların yuvasına musallat olmuştu, tam kestiremiyordum. Ancak bir kavga olduğu ihtimâli yüksekti ve kargalar dedikoducu, cazgır mahalle karılarının bağrış çağrışlarını ve ağız dolusu küfürler savurmasını andıran tuhaf sesler çıkartıyorlardı. Derken kanat sesleri diğer sesleri bastırdı ve göğün mavisine doğru dört beş tane kuş havalanınca vaziyet anlaşıldı. Şahin veya atmaca cinsinden bir kuş, kargaların yuvasına taarruza yeltenmiş ancak ciddi bir savunmayla karşılaşmıştı. Karşı taarruzla püskürtülen bu alıcı kuş, gökyüzünde belki de hiç ummadığı bir cesaret ve dayanışma karşısında düştüğü yenilgiyle şaşkındı: Üç karga, yuvalarına saldıran bu alıcı kuşa havada hamleler yaparak saldırıyor ve her seferinde gaga darbeleriyle onu iyice sersemletiyorlardı. Sanki önceden planı yapılmış bir savaş taktiğiyle hareket edercesine üç karga da sırayla önce bir daire çizerek hız kazanıyor, sonra da en şiddetli gaga darbesini alıcı kuşun kafasına indiriveriyorlardı. Ben nefesimi tutmuş pürdikkat bu muharebeyi seyrediyordum. Gerçi ortada bir muharebe de yoktu ya… Gücüne ve yırtıcılılığına güvenerek gözüne kestirdiğinin yurduna yuvasına saldırarak karşılaştığı olağanüstü müdafaa ve akabinde gerçekleşen karşı saldırı sonucunda neye uğradığını şaşıran bir zorbanın şuursuzca sendeleyerek ve sağa sola yalpalayarak zor belâ kargaların elinden kaçışı ve gözden kaybolması şeklinde yaşadığı hezimeti ve kara kargaların eşsiz kahramanlık hikâyesiydi bu…
Evet, bazen tabiat bize mühim dersler verir… Hz. Mevlânâ’nın Mesnevî’sinden mülhem olarak bu hakîr de bizzat yaşamış olduğu bu hikâyeden kendince bir ders çıkarmaya gayret sarfetti:
Mevkîsine, makamına, varlığına, gücüne güvenerek mazlumları sindireceklerini zannedenler, hiç ummadık biçimde mazlumların âni olarak ortaya çıkan dayanışmacı, taktikli ve stratejik karşı taarruzu karşısında hezîmete uğrayabilirler. Böyle bir zaferi elde edebilmede fertlerin, vatanlarını koruma uğruna birlik ve berâberlik içerisinde olmaları gerekmektedir. Çünkü “Birlikten kuvvet doğar. ” Bunun için inanmak ve kendine güvenmek gerekiyor.
Herkesi zulme ve zalim düşmana karşı uyanık olmaya davet et; gaflette olanlar varsa uyandır!
Haklı olduğunuz hâlde, sırf “rahatımız bozulur” endîşesiyle, güçlü ve zâlim olana dalkavukluk ederseniz “yavruyu yuvadan kaptırırsınız.” Bu tavır ise sizin rahatınızı ebediyen kaçırır. Onun için bâzı topluluklar, hep bu tip dalkavuklar yüzünden tarih sahnesinden silinmişlerdir.
Etiketler: Hisarardı » Kemal Çopuroğlu » Özyalvaç » yalvaçYorum yapabilmek için Giriş yapın.
BENZER HABERLER