logo

reklam

Bir saat zembereğine GİZLENMİŞ HÂTIRALAR

Bağrında yer alan yedi katlı saat kulesinin devâsâ zembereğine hâtıralarımı yazdığım, gençliğimi emânet ettiğim güler yüzlü şehir: Yozgat…

Meydanın tam ortasında muhkem bir kalenin surlarıyla yekvücut olmuş bir nöbetçi gibi etrâfı gözetleyen, geleni gideni gören, her ne varsa olup bitenlere şâhit olan, gecenin ve gündüzün sırlarına vâkıf, herkesi ve her şeyi sarı taşlarına kazıyan Yozgat Saat Kulesi…  Kim bilir bize âit ne sırlar var sende?.. Hemen karşındaki köşede, gazete bâyisi Oğuz Ağabey’in dükkânı ve hemen arkasındaki üstü açık avluda yer alan Mustafa Amca’nın çay ocağıyla bu avlunun etrafında sıralanmış diğer dükkânlar gözümüze çarpar ilk önce… Liseli üç beş arkadaşla birlikte hırçın dalgalı gönüllerimizin sığındığı bir liman olan bu esnaf çay ocağında çay dağıtan; bize, gençliğimize dâir nasîhatler eden ve dâimâ gülümseyen, gülümserken de yanaklarında oluşan derin gamzeleriyle sigaradan sararmış dişleri ve çektirdiği azıların yerinde oluşan boşlukların tuhaf görünüşü hep dikkatimizi çekmiş olan Çaycı Mehmet Ağabey … Dertlerimizi, sıkıntılarımızı, sevdâlarımızı, aşklarımızı hâsılı; gençlik hâllerimize dâir her ne varsa birer birer içimizi döktüğümüz Mehmet Ağabey… Psikolojik danışmanlık ve rehberlik hizmetlerinin henüz okullarda verilmediği, cadde üzeri yükselen binalarda; “Uzman Psikolog Falanca…” tabelalarının olmadığı bir dönemde iki bardak çay karşılığı bizim psikoterapistimiz olan Mehmet Ağabey…

Kahvehânenin sâhibi Mustafa Amca’nın her zaman hakkını vererek demlediği,  içimizde çay sevmeyenlerin bile bir defa içtikten sonra vazgeçemeyip tiryâkisi oldukları, bardak bardak içilen demli çaylar…

Hiç unutmam, sufîmeşrep bir büyüğüm, bir mecliste birlikte çay içerken bana: “Evlat; çay âşıkların şarabıdır.” demişti. Bu sözü ilk önceleri yadırgamıştım ama şimdi düşünüyorum da hakikâten dost meclislerinin çay sohbetlerinde insanın yaşı ne olursa olsun dili çözülüyor, eteğinde ne kadar taş varsa birer birer dökülüyormuş meğer…

Çaycı Mehmet Ağabey’e içimizden birer birer döktüklerimizi yalnız sen işitmişsindir ey sarı benizli ihtiyar kule!…

Kim bilir neler saklıyorsundur yaşlanmış hâfızanda…Ve gençliğimize dâir ne sırlar vardır şimdi sende!..

***

Beni Yozgat Lisesi’ne çıkaran Lise Caddesi’nde sağlı sollu sıralanmış olan dükkânlardan en çok dikkatimi çekeni Tuna Kitap- Kırtasiye olurdu. İlk önceleri okulla ilgili kırtasiye ihtiyacımı karşılamak maksadıyla alışveriş yaptığım, sonrasında da raflarındaki kitapların büyüsüyle okula gidiş ve gelişlerde uğramayı hiç ihmâl etmediğim; ciğerlerime her çektiğimde daldığım gaflet uykusundan uyandırdığına inandığım fakat bu sefer de hûlyâlara kapılınca beni başka âlemlere sürükleyerek sarhoş eden selüloz ve tutkal kokusunun harmanlandığı yüzlerce kitapla yârenlik ettiğim Tuna Kitabevi…

Benim için sıradan bir kitap kırtasiye dükkânı olmaktan öte burayı bir kütüphâne ve mektep gibi kılan;  güler yüzüyle vefâlı bir dost insan; sanatkâr ve hoca, Kenan Eroğlu Ağabey oldu… Önceleri, okuduğum dergilere çizdiği desenlerle tanımıştım onu… Hep merak ettiğim bu imzânın sâhibiyle hiç ummadığım bir yer ve zamanda karşılaşmış ve tanışmıştım… O, ahşap yakma sanatının bütün hüneriyle kavaktan mâmûl beyaz kontrplaklar üzerine İslâmî hat sanatının en güzel örneklerini ahşap yakma tabancasıyla dağlayıp işlerken ben de raflardan bana gülümseyen ve her zaman farklı farklı yönleri ve eserleriyle karşıma çıkan;

İbn Haldun ve “Mukaddime”sini, Ziya Gökalp’i, Mümtaz Turhan’ı, Erol Güngör’ü , Orhan Türkdoğan’ı, İbrahim Kafesoğlu’nu, Mehmet Kaplan’ı, Cemil Meriç’i , Mehmed Âkif ve “Safahat”ını, Yahya Kemâl’i, Necip Fazıl’ı, Atsız’ı, Faruk Nafiz’i, Ârif Nihat’ı  Peyami Safa’yı, Emine Işınsu’yu, Sevinç Çokum’u,  Dostoyevski’ yi, Tolstoy’u,  Balzac’ı,  Zola’yı,  Gide ve daha başka pek çok yazar ve şâiri selamlar; onlarla hasbihâle başlardım…

Belki de pek çoğu uzunca zamandır bir dost yüzüne hasret kaldıklarından olsa gerek, bana sımsıkı sarılırlar ve benimle dertleşirlerdi. Uzun süren yalnızlıklardan şikâyetçi olan bu riyâsız ve mütevâzı dostlarımın ben de kollarına girer, evimin baş köşesinde yer alan kitaplığımda onları kalıcı olarak iskân ederdim…

O zamanlar, henüz bünyesinde müstakil bir üniversitenin dahi teşekkül etmediği, çay sıra gidip su sıra döndüğümüz halk kütüphanesindeki bazı memurların suratlarının sirke sattığı Yozgat’ta; Tuna Kitabevi’nde böylesine değerli eserlerin en zengin şekliyle yer alması benim için altın mâdeni keşfetmek gibi bir şeydi…

***

Kenan Ağabey’in, Tuna Kitabevi’ndeki en büyük yardımcısı, kardeşi “Kâmil Ağabey’di. Kâmil Ağabey’le ilk tanıştığımız sıralarda kendisinin; “Efendi aşağı, Efendi yukarı” diye çağırılması karşısında, Kâmil Ağabey’in gerçek ismini henüz bilmediğim için; “Efendi diye isim mi olurmuş?” şeklindeki şaşkınlığımı gizleyememiştim.

Meğer Kâmil, dedesinin ismiymiş ve Yozgat’ta, kendisine bir aile büyüğünün ismi verilen bir çocuk bu isimle değil, “Efendi” diye çağırılırmış.  Yozgat’ta o devrin âile örfünde babaya, anaya, ataya saygının hicap hisleriye yaşatılması da bende ayrı bir hayranlık uyandırmıştı.

***

İşgal kuvvetlerine ait eğreti beton yığınlarının henüz her köşe başını tutarak şehri tamamen ele geçiremedikleri gençlik yıllarımıza âit eski Yozgat sokaklarında bir gezinti yaptığımızda; kimi kerpiç ve ahşap karışımı kimisi de yığma tuğla- betonarme diye tâbir edilen ve çoğu bahçeli evlere rastlamamız mümkündü. Bunlardan en dikkatimi çekeni ise bazılarının bahçe duvarından avluya açılan ve zemini türbe yeşiline boyanmış kapılarının üzerine çizilen beyaz renkli ay yıldızdı…

Türk bayrağındaki ay yıldızı temsil eden fakat bu hâliyle Pakistan bayrağını da andıran bu figürün bir anlam taşıdığı muhakkaktı. Sonradan, gerçekleşme sebebini öğrendiğim bu anane; o evin “hacı evi” olduğunun bir işaretiydi. Belirli şartları taşıyan her Müslüman’ın üzerine farz olan bu ibâdeti yerine getiren hacılar belki de bir iftihar vesîlesi olarak hâllerini tescil ettirirken böyle bir ananeyi de yaşatmış oluyorlardı.

Aslında geçmişte Anadolu’nun bazı yerlerinde yaşatılmış olan bu anane,19.Asır ve sonrası İstanbul’unda da görülmekteymiş. Hacca gitmenin zor, masraflı ve meşakkatli olduğu eski devirlerin İstanbul ve Anadolu’sunda hacılara halk tarafından büyük hürmet ve itibar gösterilirmiş ki bu kapı boyama ile birlikte diğer karşılama hazırlıkları da teferruatlı şekilde bir iki hafta öncesinden başlarmış.

Hacılar da mukaddes topraklardan getirdikleri hediyeleri eş dost ve akrabâlarına dağıtarak bu ziyâretleri taçlandırmaktaymışlar ki bu âdetlerin bir kısmı pek çok yerde hâlen devam etmektedir.

***

Şimdikiler ne kadar allanıp pullanırsa pullansın, eskiler ne kadar taklit edilirse edilsinler; yeni mimâri tarza âit yapılar eskilerin yerini bir türlü dolduramıyor. Bu hâl, benim için daha çok mânevî atmosferimize can veren câmilerimizle ilgili… Asırlara meydan okuyan ihtişamlı câmilerde bulduğumuz iç huzurunu ne yazık ki derme çatma bir şekilde konduruluveren  yeni câmilerde bulamıyoruz.

Kullanılan malzemeden mi, ihtişamlı duruşundan mı, yoksa târih boyunca bu mekânlarda ibâdet eden müminlerin huşû hâlindeyken yaydığı ve şimdiki modern jargonda ise “pozitif enerji” diye adlandırılan dalgaların bir şekilde, mekânın kubbesine, taş duvarlarına nüfûz etmesinden midir bilemem, Yozgat’ta halk arasında; “Büyük Câmi” diye anılan Çapanoğlu Câmisi de bana hep bu iç huzuru yaşatan câmilerden birisi olmuştur. Ana kapıdan içeri girerken yukarıdan aşağıya doğru sarkan iki üç santimetre kalınlığındaki devasa deri kapıyı aşmanız gerekir ilk önce… Yüzlerce kilo ağırlığındaki bu kapıyı, yan tarafından hafifçe kaldırıp aralayarak içeri kısma girebilmek bilek gücü, kol gücü isteyen bir iştir. Câminin mihrap kısmının hemen yanı başında yer alan sarkaçlı büyük ahşap saatin yeknesak tiktakları, akustiğin sessizlikle buluştuğu anda, geçen ömrümüzü ve ölümü hatırlatmıştır nedense hep bana. Bir de câminin arka bahçesinde bulunan târihî mezarlar…

Cuma ve vakit namazları çıkışında Büyük Câmi avlusu âdetâ bayram yerine döner; musâfaha ederek birbirlerine hâl hatır soranlarla birlikte, kimi zamanlarda ellerindeki camekânlı ahşap kutuda; “hacı yağı, misk ü amber” nev’inden güzel kokuları diyar diyar gezerek satmaya çalışıp rızıklarını temine çalışan ak sakallı amcalardan koku almak isteyenlerle dolar taşardı.

KEMAL ÇOPUROĞLU

Etiketler: »
Share

Yorum yapabilmek için Giriş yapın.