logo

reklam

YALVAÇLI CEMİLE HANIM – V

Prof.Dr. Nuri KÖSTÜKLÜ

YAZI DİZİSİNİN İLK BÖLÜMÜNÜ OKUMAK İÇİN TIKLAYINIZ…

YAZI DİZİSİNİN İKİNCİ BÖLÜMÜNÜ OKUMAK İÇİN TIKLAYINIZ…

YAZI DİZİSİNİN ÜÇÜNCÜ BÖLÜMÜNÜ OKUMAK İÇİN TIKLAYINIZ…

YAZI DİZİSİNİN DÖRDÜNCÜ BÖLÜMÜNÜ OKUMAK İÇİN TIKLAYINIZ…

(Geçen sayıdan devam)

 

Torunlar büyüyordu, Feridun baba mesleğini devam ettirme arzusuna uydu. Büyük torun Nuri ise yalnızca Yalvaç’ın değil Türk eğitim tarihinde küçümsenmeyecek yeri olan Yalvaç Atatürk Lisesini bitirdikten sonra üniversiteyi okumak için Ankara’ya gitti. Fakülte son sınıf yarı tatilinde Yalvaç’a geldiğinde, annesi ve babası Nuri’ye, mürüvvetini görmek istediklerini söyleyerek; “şurada şu kız var, burada bu kız var” diye saymaya başladılar. Konuşmaları dinlemekte olan Cemile Hanım hemen söze girdi; kendi ifadesi ile “reh padişahın, Nuri’m ne karar verir, kimi arzu ederse biz ona uyacağız” diyerek, o aydın duruşunu ortaya koydu. Anlaşılan o ki, Nuri’yi bir an önce nişanlamak istiyorlardı. Nuri de “madem öyle Ankara’dan Yalvaç’a gelirken otobüste bir kız gördüm, hanım hanımcık güzel bir kız” deyiverdi. Zaten Nuri de, otobüsten indikten sonra kızın annesiyle birlikte hangi mahalleye ve eve gittiğini öğrenmişti bile. İşler kolaylaştı. Nuri, hayalinde kurduğu güzel bir geleceğe, aslen Yalvaçlı ama Ankara’da doğup büyüyen ve ailesi de Ankara’da ikamet eden Nermin hanımla nişanlanarak adım attı. Üniversite bitince de 1981’de evlendiler. Türkân Hanım ve Cemile Hanım çok mutlu idiler. Cemile, Nermin’i ve ailesini çok sevmişti. Her fırsatta, evlerini şenlendiren yeni gelin Nermin’in, anneannesi Şükriye (Menevşe) Hanımı ve dayılarını ziyarete gidiyor, adeta ziyaret saatinin bitmesini hiç istemiyordu. Murat için de Nermin, bir gelin değil çok sevdiği bir kızı idi.

Torun Nuri, henüz bir aylık evli iken askere gitti. Yedek Subay olarak vatani görevini tamamlar tamamlamaz ara vermeden, o çok arzu ettiği akademik hayata adımını attı, mezun olduğu Ankara Üniversitesi’ne asistan olarak girdi. Bu arada yavruları Gökhan da dokuz aylık olmuştu. Bebek Gökhan’ın annesi de Üniversitede çalıştığı için, mesai zamanlarında anneannesi Nezahat Hanım ve dedesi Hurşit (Kaynar) ilk torunları olarak ona sahip çıktılar, bakıcıya verdirtmediler.  Cemile Hanım’ın ihlasla Yaradan’ına yalvardığı “hayırlı evlat ol, âlim ol, başına ak günler doğsun, mutlu evlilikler gör, dallan budaklan” şeklindeki duaları bir bir kabul oluyordu. Öğretim Üyesi olan torununun ve diğer torunlarının çocuklarını görmek ve kucağına almak nasip olmuştu Cemile Hanıma.  Daha ne isteyebilirdi ki, şükrediyordu.

Cemile’nin erkek kardeşi de onu sık sık ziyarete geliyordu. Kızlarını okutamama acısını hisseden Cemile’nin babası Sabri Çavuş oğlu Abdülkadir’i okutabilmişti. Eğitim ve kültüre önem veren Yalvaç halkının bir taraftan cepheye gönüllü gönderirken bir taraftan da yardımlarıyla vücuda getirdiği Yalvaç İdadisi’nin 1922’de yeni binası açılmış[1] ancak henüz lise kısmı teşekkül etmediğinden Abdülkadir Lise’yi Afyonkarahisar’da okumuştu. Liseden sonra Tıp Fakültesini kazanan Abdülkadir Arı, 1930’lu yılların başında ülkesine hizmet edecek bir evlat, bir doktor olarak hizmete başlamış idi. İzmir’de yaşayan Dr. Abdülkadir Arı, ablası Cemile’yi her yaz ziyarete geliyordu. Cemile, kardeşinin bu ziyaretlerini, mahallesi için de bir fırsata çeviriyor, hasta olanları, muayene olmak isteyenleri eve davet ederek doktor kardeşine muayene ettiriyordu. Abdülkadir de ilminin sadakası olarak gördüğü bu hizmetten şikâyetçi olmuyor hatta çok memnun oluyordu. Reçetesini yazıyor, eğer yanında getirdiği ilaçlar uygun ise onlardan da hastalara ücretsiz veriyordu. Çünkü o günlerde Yalvaç’ta fazla doktor yoktu, çoğu kimsenin de doktora ödeyeceği parası yoktu. 60’lı yıllarda Hükümet Tabibi olarak görev yapan Ali Doktorun (Dr. Ali Remzi Öztaş) da mesaisi zaten çok yoğun idi. Söz Yalvaç’taki sağlık hizmetlerinden açılmış iken, 70’li yıllarda Yalvaç’a tayin olan Dr. Mahir Tan ve eşi Dr. Bilge Tan’ın Yalvaçlıların hafızasında güzel izler bıraktığını ifade etmek durumundayız.

Yıllar çabuk geçiyordu, Cemile de zaman zaman hastalanıyor ama bunu, sağlığının sadakası olarak kabul ediyordu. Yaş almaya başlasa bile, gelişen fen ve teknolojinin imkânlarından faydalanmayı asla ihmal etmiyordu. Oğluna ve torunlarına; otobüse bindim, trene bindim, gemiye bindim bir de uçağa binsem gözüm arkada gitmez derdi. Ona göre, “asr-ı saadet” o dönemin mesajlarını doğru kavrayarak,  günümüz şartları ve teknolojisinde yaşamayı bilmek idi.

Cemile Hanım,  Nuri Efendiden kalan dul-yetim maaşını aldıkça eşine dua ediyor, maaşının bir kısmını yanına ayırıp kalanının tamamını sıkıntı çekmesin diye oğlu Murat’a veriyordu. Kendine ayırdığını da fakire fukaraya hemen dağıtıyordu. Kendi hesabına biriktirmek gibi bir alışkanlığı asla yoktu. Çocukluğunun geçtiği yavru konak benzeri ev istimlak ile yola gidip geriye kalan bahçesine daire karşılığı ev yapıldığında, Cemile ve ailesi de şimdi yıkılmış olan Devlet Hastanesinin karşısındaki Bereket Apartmanına taşındılar. Cemile, şikâyetleri artıp dışarıya çıkamadığı zamanlarda 3. Kattaki dairenin balkonundan yola bakar, fakir olduğuna kanaat getirdiği kişileri gördüğünde “hey baksana” deyip mendil içine bağladığı parayı atıverirdi. Mendili alan kişi bunu kimin attığını bilmez, Cemile de kimin aldığını bilmez, bilmek de istemezdi. O, yetiştiği medeniyet dairesinde “sağ elin verdiğinden sol elin haberi olmaması” gerektiğini bilenlerdendi. Türk kültür tarihi de bunun örnekleri ile dolu değil midir? Osmanlı’da “sadaka taşları”, veren ile alanın birbirini tanımadığı dolayısıyla “insanlık onuru”nun rencide olmasını önleyen bir uygulama değil miydi? Peki, ne oldu da bize, yaptığımız yardımları gazetecilerin ve kameraların karşısında insanların suratına atar gibi fırlatır hale geldik? Ne idik, ne olduk?

1990’lı yılların başlarında, Cemile Hanım emr-i Hakk’a yaklaşmakta olduğunu fark etmiş olmalı ki her akşam yatağına girerken; “yattım Allah kaldır beni/ Sağ yanıma dönder beni/ Eğer gafil bulunursam / İman ile gönder beni” ifadesini sıkça söylemeye başladı. Hatta içten dua ediyordu; “yatanı utandırma/ bakanı usandırma” diye. Bazen de “üç gün yatak dördüncü gün toprak” diye duasına ekliyordu. Onu çok seven Rabbi dualarını kabul etti ve Cemile Hanım etrafıyla helalleşme fırsatı için birkaç gün hastalandı ve 1994’te 87 yaşında Hakk’a yürüdü. Çok sevdiği mahallesinin, vakfiyesinde Meydanoğlu Camii yazan ama halkın Kaş Camii olarak bildiği camide namazı kılınıp, naaşı Dolap Sokak’taki evinin önünden geçerken, Yalvaçlıların “çelen” dediği, evin kapısının hemen üzerindeki duvarda 4-5 tane kedinin boynunu bükmüş vaziyette, Cemile Hanım’ı selamladığını, bu satırların yazarı Cemile’nin torunu bizzat gözleriyle gördü. Bütün mahallelinin ona hakkını helal ettiği Cemile Hanım Kaşmahalle Mezarlığına sırlandı. Cemile Köstüklü Hakk’a yürümüştü; giderken de Yalvaç’ın, Yalvaçlının dolayısıyla vatan coğrafyasında yaşayan Müslüman-Türk’ün veya daha geniş anlamı ile “insan”ın ne olduğunu ve ne olması gerektiğini yaşayarak gösterme gayreti içinde bulundu ve vazifesi bitince göçüp gitti. Mekanı cennet olsun… (SON)

[1] Nuri Köstüklü, “Yalvaç’ta Ortaöğretimin Tarihçesi”, Prof. Dr. Bayram Kodaman’a Armağan, Samsun 1993, s.171-193; Nuri Köstüklü, Yalvaç Tarihi Üzerine Araştırmalar, (Tanzimat’tan Cumhuriyet’e),  s.146.

Cemile Köstüklü (1907-1994)

Etiketler: »
Share

Yorum yapabilmek için Giriş yapın.