Son Dakika
Emhal Besi Çiftliğine bayan eleman aranıyor
Yalvaç’ın üreten ve üretken markası: DURUTÜRK
ELBENGİLİ PVC-Alüminyum-İnşaat’tan BAYRAM TEBRİKİ
Yalvaç’ta perde, tül ve nevresimin adresi: ERTEN…
Yalvaç’ta 15 yıldır el yapımı PİZZA’nın tek adresi: Dr. Pizza…
Yalvaç’ın kazanma ustası 10. seçiminden %95’le galip çıktı
Prof. Dr. Mehmet ÖZHANLI
Dün pazara giderken başımıza bir olay geldi. Anlatsam, inanamayacaksınız… Zaten inanmayın da…
Hanım, ısrarla pazara birlikte gidelim dedi. Birçok bahaneler uydurmama rağmen, ısrarından vazgeçmedi. Mecburen, üstümü değiştirdim, pazar arabasını alarak evden çıktık.
Hanımın arkasından pazara doğru yürümeye başladım. Atatürk İlkokulu’nu geçtikten sonra; yolun sağ tarafında kaldırımın içinde bulunan ve ortasında büyük bir incir ağacı çıktığı için, mahalle halkı tarafından “İncirli Dede” olarak adlandırılan; bir ermişin yattığına inanılan, mezarın yanına geldiğimizde; pazara giden yolun, yüksek saclarla geçişe kapatıldığını gördük. Buna bir anlam veremedik, çünkü yıllardır gelip geçtiğimiz ve yoğun trafik bulunmayan bu yolun kapatıldığını hiç görmemiştik. Tam geri dönmeye niyetlendiğimizde, İncirli Dede’nin mezarının yan tarafında, daha önce olmayan bir kapı yapıldığını fark ettim. Hanıma bu kapıyı geçiş için bırakmış olmalılar, buradan geçelim dedim.
Pazar arabasını çekerek, sağ elimle kapıyı arkaya doğru ittiğimde, kilitli olmayan kapı hafif aralandı ve başımı uzatarak içeriye doğru baktığım da Pazar tam karşımdaydı. Hanıma, “pazar tam karşımızda buradan gidelim” dedim. Kapıdan geçip pazara yaklaştığımız da hanım, burası Pazar pazarına benzemiyor, nereye geldik böyle dediğinde; dönüp arkama baktım, demin geçtiğimiz kapının ortada olmadığını ve arkamızda ızgara planlı, düzenli caddeleri olan ve bizim mahalleye hiç benzemeyen yapılar gördüm. Ürkek bir biçimde yürümeye devam ettik ve pazara yaklaştık. Pazarda, çokta yoğun olmayan bir kalabalık vardı. Herkes tezgahlarda, seçmeden bir uçta düzenli bir biçimde aldıkları meyve ve sebzeleri ellerindeki filelere doldurup ve bir ödeme yapmadan gitmekteydiler. Tezgahların üzeri inanılmaz güzellikte meyve ve sebzelerle doluydu. Tropikal meyvelerin yoğunlukta olduğu ve fiyatı gösteren etiketlerin bulunmadığı dikkatimden kaçmadı.
Hanım, “hemen bir şeyler alıp gidelim”, tuhaf bir yere benziyor burası dedi. Ancak ne fiyat etiketleri vardı ve ne de satıcı. Tereddütle durduğumuzu fark eden biri; “siz yabancı mısınız?” diye sordu. “Hayır bu mahalledeniz” dedik, ama sanki Pazar bizim pazar değil. Hiç satıcı ve fiyat etiketleri yok kaça satın alacağımızı ve kime ödeme yapacağımızı anlayamadık. Adam, “burada satıcı olmaz ve hiçbir şey parayla satılmaz; her şey milletin ortak malıdır. İhtiyacınız olan her şeyi ödeme yapmadan alabilirsiniz” dediğinde; hanımla birbirimize bakıp kaldık. Hanım, “burası bizim Pazar Pazarı değil mi? Ne zaman değişti? Geçen hafta domates 20 liraydı ve her şey ateş pahasıydı. Bir hafta da ne değişti?” gibi bir sürü soruyu peş peşe sıraladı.
Adam, kibarca ve oldukça saygılı bir biçimde; “Hanım Efendi! burası Ütopya, burada para ve değerli gördüğünüz altın, gümüş ve hiçbir mücevher geçerli değildir. Bu pazar, Ütopya’nın başkenti Amaurote’nin 4. mahalle pazarıdır”. Hanım adamla konuşurken etrafıma bakındım; pazardaki herkesin basit aynı renk bir elbise giydiğini ve hanımın üzerindeki kırmızı poların, bayrak gibi kaldığını; bütün tezgahların bir düzen içerisinde ve de etrafta hiç çöp olmadığını; insanların yüksek sesle konuşmadan ve birbirlerini rahatsız etmeden, ihtiyaçlarını alıp gittiklerini fark ettim.
Adamın sözünü keserek; telaşla, “bizim yanlışlıkla buraya geldiğimizi ve nasıl geri dönebileceğimizi söylemesini istedim”. Adam yumuşak bir tonda, “korkmamıza gerek olmadığını ve Ütopyada yabancıların “Tanrı Misafiri” olarak kabul edildiğini” söyledikten sonra, ülkenin yöneticisinin bize gereken yardımı yapacağını, dile getirdi. “Rica etsek bizi yöneticiye götürebilir misiniz?” dedim. Adam, “tabi ki buyurun dedi” ve eliyle yürümemizi işaret etti. Pazardan yukarı doğru yürüyerek kentin merkezine geldik. Kentteki evlerin tamamı aynı renge boyanmış ve aynı planda yapılmışlardı. Adam, bu benzer evlerden birinin bahçe kapısını açtı ve içeriye “Kral Ütopos” diye seslendi. “Kral bu basit evde mi oturuyor?” dedi hanım. Evin kapısı açıldı; uzun sakallı yaşlı bir adam, kendisinden beklenmeyecek biçimde, sağlıklı ve hızlı hareketlerle bize doğru geldi ve bizi saygıyla selamladı. Bir şey söylememize fırsat vermeden, bahçenin bir köşesinde duran masa ve sandalyeleri göstererek, bizi buyur etti. Biz de adamı selamladık ve masanın etrafına sıralanmış sandalyelere oturduk. Etrafta ne bir güvenlik vardı ne de kamera. İçerden çıkan bir kadın, üzerinde çok farklı meyveler ve bardak olan bir tepsi ve de elinde bir sürahi ile masaya yaklaştı, kibarca bizi selamladı ve elindekileri masanın üzerine bıraktı. O da bir sandalye çekerek oturdu. Sürahideki suyu bardaklara doldurdu. Kadına teşekkür eden Kral, uzun zamandır adalarına hiçbir yabancının gelmediğini belirti ve bizim kim olduğumuzu ve nereden geldiğimizi gözlerinin içi parlayarak kibarca sordu. Ada, kelimesine takılmıştı aklım. Burası bir ada mı? diye düşündüm. Sesli düşünmüş olmalıyım ki kral, “evet burası Ütopya Adası” diye cevap verdi. Hanım kulağıma eğilerek ama biz kapıdan geçerken hiç deniz görmedik diye fısıldadı. Yabancı ve uzak bir ülkede olduğumuzu anladım.
Bugün günlerden Pazar, mahallemizde kurulan Pazar pazarından bir şeyler alıp dönmek için evden çıktığımızı belirttikten sonra Kral’a, Türkiye’den geldiğimizi söyledik. Kral gülümseyerek; “böyle bir ülkeden haberdar olduğunu, ancak hakkında çok şey bilmediğini” mahcup bir biçimde ifade etti. Bende tam olarak nerede olduğumuzu anlamak için, Kral’a, “burası neresi, nasıl bir ülke?” diye yeni bir soru yönelttim. Kral, “burası Hint Okyanusu’nun ortasında bir ada ve atamız olan Kral Ütopos tarafından düzenlenmiş” dediğinde; aklıma 1516 yılında İngiliz Thomas More tarafından yazılmış olan, “UTOPIA” kitabı geldi. Kralın şaka yaptığını düşünerek biraz öfkeli bir ses tonuyla, “böyle bir ada yok O, Thomas More’un uydurduğu bir “Ütopya”” dedim. Kral yine gülümseyerek, “evet Ütopya ama böyle bir ada, böyle bir devlet ve bizler varız ve gerçeğiz; lütfen sakin olun, endişelenecek bir şey yok”. Hanım, araya girerek nasıl dönebileceğimizi sordu. Kral acele etmeyin buralara yüzyıllardır sizin gibi yabancılar gelmedi; biraz misafirimiz olun, sonra sağ salim sizi ülkenize geri göndereceğiz dedi. Buyurun meyvelerden tadın; bunlar adamıza özgün “ütopik” meyveler, çok lezzetlidirler, lütfen buyurun. Hanım uzanıp bir meyve aldı, biraz inceledikten sonra bıçakla küçük bir parça koparıp ağzına götürdü. Ağzında tuttuğu parçayı, dilinin üzerinde gezdirdikten sonra bana dönerek, “gerçekten çok lezzetli” dedi ve büyük bir parça daha kesti. Kral, bana bakarak “sizin ülkenizi merak ediyorum, nasıl bir ülke?”.
Heyecanla, güzel ülkemizi anlatmaya başladım. “Bizim ülkemiz Asya ve Avrupa Kıtalarının tam ortasında; ekvatora ne çok yakın ve ne de çok uzak bir yerdedir. Üç yanı denizlerle çevrili, yüksek dağları ve geniş ovaları vardır. İklimi tarihin her döneminde canlı yaşamına çok elverişli olmuştur. Arazilerimiz, başta Fırat ve Dicle olmak üzere, çok sayıda nehir tarafından sulanmaktadır” dediğim de “ha evet o iki nehri biliyorum, sanırım kutsal kitaplarda isimleri geçiyor” diyerek sözün arasına girdi kral.” Evet”, dedim; “dünya uygarlığının gelişmesine bu iki nehir, çok büyük katkılar sağlamışlardır. Ülkemizdeki bütün yerleşim yerleri çok güzeldir, ancak konumu itibariyle tarihte ve günümüzde dünyanın en güzel kenti olarak kabul edilen İstanbul daha bir güzeldir. Kentin ortasında bulunan, günümüzde “İstanbul Boğazı” tarihte “Bosporus” olarak adlandırılan bir boğazda Karadeniz, Ege denizine akmaktadır. Yani kentin ortasında bir deniz akmaktadır. Ülkemizin farklı yerlerinde dört mevsimi aynı anda yaşamanız mümkündür. Topraklarımız verimli ve yeraltı zenginliğimiz oldukça fazladır. Paleolitik Çağ’dan günümüze kadar hiç kesintiye uğramadan, bir yaşam olduğu için dünyadaki ilk tapınak olmak üzere sayısız antik kente ve tarihi esere sahibiz. Ülkemizdeki tarihi eserlerin dünyanın diğer ülkelerinden daha çok olduğunu söylesem hiçte abartmış olmam. Ayrıca, Laik bir Cumhuriyet olan ülkemiz demokrasiyle yönetilmektedir”. Bu ve buna benzer şeyler anlattıktan sonra; kral “ülkeniz çok zengin ve orada yaşayan insanlar da çok mutlu olmalı” dedi. “Evet” dedim,” ancak son yıllarda bütün dünyayı ele geçiren kapitalizm yüzünden ekonomimiz o kadar da iyi değil. Her şeyin fiyatı oldukça arttı. Dünya üzerinde olduğu söylenen bu ekonomik kriz, sizin ülkenizi etkilemedi mi?” diye Ona sordum.
Kral, şaşırarak “ekonomik kriz mi? Bizim ülkemizde böyle bir şeyin olması mümkün değildir ve yüzyıllardır da hiç olmamıştır” diye cevap verdi. Söylediklerine pek anlam veremediği mi fark edince açıklamaya devam etti. “Bizim ülkemizde herkes tarımla uğraşır; mülkiyetçilik ve para yoktur. Doğanın en derine sakladığı altın, gümüş vb. gibi değerli madenlerin, bizim için hiçbir değeri bulunmaz. Doğanın yüzeyinde bulunan zenginlik bize yetiyor. Arazilerimiz verimli ve yurttaşlarımız çalışkandır. Kral Ütopos herkesin anlayabileceği ve birkaç maddeden oluşan bir anayasa hazırladı ve ülke yüzyıllardır hiç değiştirilmeyen bu yasalar çerçevesinde yönetildi ve yönetilmeye devam ediliyor. Bu yasa çerçevesinde ülkede yaşayan her yurttaş eşittir ve her şeyden eşit pay alır. Zengin, fakir, burjuva, aristokrat, soylu vb. sınıf yoktur. Eğitime önem verir, kadın erkek eşitliğine inanırız. Savaş vb. şiddet eylemlerinden elimizden geldiğince kaçınırız.
Ülkenin kurucusu olan Kral Ütopos, bahsettiğiniz her şeyi yutan ve bütün dünyayı sömüren kapitalizm canavarına karşı böyle bir yönetim biçimi getirdi. Sizin ülkenizin, doğal ve tarihi zenginliğinin çok olduğunu; laik cumhuriyet ve demokrasi ile yönetildiğini söylediniz; peki neden böyle bir kriz oldu?” diye sorunca kral; aklıma Sir Thomas More’un hayatı geldi. “Bizim ülkemiz ve bizim ülkemize benzeyen diğer ülkelerin sorunu hep aynı” dedim ve Thomas More’un hayatını kısaca anlattım. “Vakti zamanında Thomas More, Kral Sekizinci Henry ile Kastilya Prensinin arasını bulmak için Felemenk’e gittiğinde orada bulunan bir dostu onu, Portekizli bir seyyah olan Raphael Hythlodey tanıştırmıştı. Rahpael, Amerigo Vesbucci ile Amerika’yı dolaştıktan sonra dünyanın geri kalanını görmek içi ondan ayrılmış ve bütün dünyayı dolaşmıştı. More, sizin ada ülkenizi ve yönetim ve yaşam biçiminizi ondan dinlemişti. O tarihte, yani 16. yüzyılda kendi ülkesi olan İngiltere’de, din adamlarının sınırsız yetkileri, kral ve aristokrat ailelerin baskılarında dolayı halk, büyük bir sefalet içerisinde yaşamaktaydı. Ülkenin bütün geliri kral, din adamları ile birkaç zengini elinde toplanmıştı. Raphael’i dinleyen More, sizin ülkenizi örnek alarak; İngiltere’yi içinde bulunduğu kötü durumdan kurtarılabileceği umuduna kapılmıştı. Fakirlere yardım eden ve yargıç olarak oldukça adil davranan More, yaptığı dürüst işlerden dolayı, kral ve onun etrafındaki çıkar çevreleri ile ters düştü ve de 1535 yılında başı kesilerek idam edildi. İngiltere ile Avrupa’nın diğer ülkelerinde yaşayan fakir bırakılmış olan halklar içinde bulundukları o zulmü daha uzun yıllar yaşamaya devam etti. Gerçi ölümünden sonra More, Papa tarafında aziz ilan edildi ve büyük bir saygıyla anıldı ise de O, başsız gövdesiyle gömüldüğü mezarında bunların hiçbirini göremedi. Zaten, Raphael’in More anlattığı ve More’un da kitap haline dönüştürdüğü ada ülkenizin varlığına kimse inanmadı. Yöneticilerde her şeyin eşit paylaşıldığı, insanların eşit olduğu ve ayrıcalıklı kimsenin olmadığı böyle bir ülkenin varlığını halkın duymasını istemedi. Bazı duyanlar, sizin yönetim biçiminizi kendi ülkelerine uygulama girişimlerinde bulundularsa da başaramadılar; kapitalizme yenildiler”. Başka şeyler söylemek için hazırlandığımda Hanım, “meyvelerden yesene çok lezzetli” dedi.
Tepsideki meyvelerden almak için uzandığımda, omuzuma birinin dokunduğunu hissettim. Başımı geri çevirmeme fırsat bulamadan, omuzuma dokunan el beni şiddetle sarstı. “Uykunda konuşup duruyorsun, uyan daha pazara gideceğiz”. Gözlerimi açtım hanım başıma dikilmiş kalkmamı bekliyordu. Hafif doğruldum, sonra sırtüstü kendimi yatağa geri bıraktım ve “rüyaymış” dedim. Hanım, “hadi kalk, geç oldu, pazara gidelim” diye tekrarladı. Bugün Pazara gitmeyelim, her şey çok pahalıdır dedim ve yorganı yüzüme çekip uyumaya çalışarak, rüyanın geri kalanını görmeye zorladım kendimi…
Yorum yapabilmek için Giriş yapın.
İLGİNİZİ ÇEKEBİLECEK DİĞER KÖŞE YAZILARI
30 Ağustos 2024 Köşe Yazıları, Tüm Manşetler
24 Ağustos 2024 Köşe Yazıları, Tüm Manşetler
30 Nisan 2024 Köşe Yazıları, Tüm Manşetler
25 Nisan 2024 Köşe Yazıları, Kültür Sanat, Tüm Manşetler