Son Dakika
Evvel zamânın masal ülkesinde geçen çocukluk günlerimiz, şimdi tavan aralarına emânet bırakılmış ve içerisinde siyah beyaz fotoğrafların, birkaç kırık plâğın bulunduğu, kilidi pas tutmuş sandıklarda saklıdır. Hep açılacağı günü bekler durur binbir ümitle…
***
Hâlbuki siz beyaz atlı prens değilsinizdir; uzunca bir sırığı bacaklarınızın arasına alıp onu Malkoçoğlu’nun atı, kendinizi de Malkoçoğlu yerine koymaktır en büyük kahramanlığınız…
Elimizde derme çatma tahta kılıçlarımız, yanımızda en yakın silâh arkadaşlarımız; biz mahallenin kahraman veletleri, bir savaşçılık oyununda Allah Allah nidâlarıyla atılırız ileri… Böylece bütün gün mahallenin altını üstüne getirirken:
“Evlâdım, savaşçılık oynamayın; mazallah savaş çıkar sonra!” diye bizi ikâz edip azarlayan mahallemizin teyzeleri…
Sâhi tevâfuk mu, tesâdüf müdür bu hissikablel-vuku hâlleri bizim ermiş teyzelerin bilinmez; ama tuhaf hakîkat şudur ki aynı günlerde başlar Kıbrıs Savaşı’nın karartma geceleri…
***
Sıcak bir Akdeniz yazı akşamı, hep birlikte evlerden sıvışıp yazlık bir sinemayı çevreleyen dikenli tellerde bir boşluk keşfediş ve zifîrî karanlıkta bütün seyirci kendisinden geçmişken gizlice, süzülerek içeri giriş… Hele bir de kocaman bir geminin yelkeni gibi büyük ve uzun direkleri kumsala saplanmış devâsâ sinema perdesinde “Fâtih’in Fedâisi Kara Murat” boy gösteriyorsa hiç kimse târif edemez bizdeki keyfi…
Yazlık sinemanın denize bakan cephesinde sıra sıra dizilmiş okaliptüs ağaçlarıyla mimozaların, salkım söğüt gibi sarkan dalları altına sinerek vaziyet almaktır bizimkisi…
İçimizde her an suçüstü yakalanmanın garip bir ürpertisi: Gözümüz bir taraftan oynamakta olan filmde, bir taraftan da yan yana ve arka arkaya sıralanmış; ayakları çapraz şeklindeki telle alttan güçlendirilmiş, mâvi boyalı tahta sandalyelerde oturan seyircilerdedir.
Neyse ki bütün seyircinin gözü pürdikkat, Fâtih’in Fedâisi “Cüneyt Âbi”mizin üzerindedir.
Yâni enselenme ihtimâlimiz bize göre yüzde bir bile değildir belki…
Sinema perdesine yansıyan ışığın mors alfabesiyle bir şeyler anlatır gibi belirli aralıklarla azalıp artarak seyircinin karanlıktaki yüzüne aksetmesiyle kimi korkunç kimi de gülünç bir şekilde manzara ortaya çıkıp da biz kaçak seyirciler arasında bir kıkırdama ırgalanma hâli baş gösterince grubumuzun lideri, kuvvetli bir dürtükleme ve sessiz bir azar ile îkaz eder bizi…
Nihâyet gözlerimiz sinema perdesindedir ve Kara Murat her havaya zıplayıp yere indiğinde gözler ve başlar da gayriihtiyârî ve yeknesak hâlde inip çıkar, bir yukarı bir aşağı…
***
Kahramanımız zindanda işkence gören esirleri bu zulümden kurtarınca yazlık sinemada bir alkış tûfânı, derken filmin en heyecanlı yerinde kopan film, öfkelendirir bütün seyircileri…
Yuh çekenler, ıslık çalanlar, makiniste sözlü sataşmalar, arka plânda geçici bir süreyle yakılan loş ışıklar ve bizde şaşkınlıkla birlikte her an yakalanma korkusu…
Yazlık sinemanın ön sıralarında eşraftan hâli vakti yerinde olanlar, son derece şık giyinmiş âmirler, memurlar ve eşleri, ortada konu komşu çoluk çocuk toplanıp gelen yaşlı başlı teyzeler, kadınlar, genç kızlar, çocuklar, hattâ ağlayan bir iki bebeğin sesi… Ve nihâyet en arka sırada yer alan delikanlılar… Sanki bütün bir ahâli cümbür cemaat sinemaya gelmek için sözleşmiş gibi…
***
Ârızanın giderilmesi uzayınca, taşan sabrı ve homurtuyu andıran sesler çıkartarak ikide bir arkaya, kendisine doğru dönüp mânâlı mânâlı bakan seyircilere makinistin sürprizi; hantal, biçimsiz uzun ağaç direklere asılı metal hoparlörlerden yükselen bir şarkıdır Zeki Müren’in söylediği:
“Niçin baktın bana öyle / Derdin nedir, durma söyle…” derken kopan bir kahkaha tûfânı ve alkış, az evvel kendisine sataşılan makinist içindir…
Cesâret alıp bu alkışlardan makinist beş dakika ara verince, yazlık sinemayı çevreleyen onlarca ampul yanar ve ortalık gündüz gibi aydınlanıverir.
Bu arada Dondurmacı Hasan Amca, bir elinde beyaz çinko dondurma kovası, bir elinde dondurma kaşığı ve külahlarıyla tetikte beklerken birden arz-ı endâm eder. Keçi sütü ile hakikî salepten yaptığı ve damakta yanıksı bir süt tadı bırakan kaymaklı dondurmayı sınırlı bir süreyle yarışırcasına satabilmenin telâşı içerisindedir.
Yine bir tarafta haşlanmış mısır ve kuruyemiş satanlar da öyle…
Cebimizde beş kuruşsuz biz kaçak küçük sinema seyircileri kendinden geçmiş bakarken yalanarak etrafımıza, korktuğumuz başımıza gelmiştir artık; beliriverir tepemizde gişeci; yarı meraklı, yarı kızmış, yarı gülümser gibi:
“Siz ne arıyorsunuz burada, yoksa kaçak mı girdiniz içeri?..”
Bizde bet beniz atmış, ödümüz kopmuş, renk deseniz sapsarı…
Neyse ki bu biletçi, mahallemizin en güzel kızı ve bütün çocukların gizlice âşık olduğu melek yüzlü Sündüs Abla’mızın nişanlısı “Bıyıklı”dır. Boy pos desen yerinde; Sadri Alışık’tan hâllice, Ediz Hun’ dan bir gömlek aşağı, bu adamın ismini nedense bir türlü öğrenmek istememiş, bıyığı bize tuhaf ve gülünç geldiği için ona “Bıyıklı ” adını takmıştık ama şimdi de ocağına düşmüştük bir kere…
Onun, seyircilere sattığı ve reddedilemeyecek bir emir kipiyle verdiği gazoz kasalarını taşıma işini ikişer kişilik işçi ekibiyle yaptık; biz arkada, o önde…
Kasasından çıkarmadan, serî hâlde açtığı ve ardı ardına çıkan pat pat sesleriyle köpürüp şişesinden taşan gazozları nasıl da satıp dağıtıvermişti kaşla göz arasında seyircilere…
Makinist yakıp söndürmeye başlayınca lambaları, zâten sona ermişti bizim işçilik anları…
Bıyıklı bize kızmamış ve üstüne üstlük hepimize işçiliğimizin ücreti olarak birer şişe gazoz vermişti. Sevmediğimiz, çekindiğimiz bu adama içimiz ısınıvermişti bu kere.
Ağustos ayında bir Akdeniz akşamı sıcak ve korkudan yanan içimizi serinletmeye de “hayır” diyemezdik hani…
***
Nihâyet film bitmiş ve Sündüs Abla’ya olan aşkımıza ihânet ederek onu bir şişe Atom Gazozu’na satan biz mahallenin kahraman veletleri, tutmuştuk evlerimizin yollarını, hiçbir şey olmamış gibi…
KEMAL ÇOPUROĞLU
Etiketler: Kemal Çopuroğlu » ÖzyalvaçYorum yapabilmek için Giriş yapın.