Son Dakika
Kazı çalışmaları başlayalı tam iki ay olmuştu. Sıcakta kazma kürek sallamak, ağır taşları kaldırmak, artık çekilmez bir hal almış, çalışanların sinirleri iyice bozulmuştu. Tapınağı çevreleyen temenos duvarının içindeki yıkıntıyı boşaltıyorlardı. Her gün sabahın köründen, akşamın ilerleyen saatlerine kadar yapılan işin monotonluğu ve buluntuların azlığı, heyecanı tüketmiş yerini umutsuzluğa bırakmıştı.
Bu olumsuz gidişatın farkında olan kazı başkanı, haftanın son günü öğlen yemeğinden sonra tapınağın duvarındaki yüksek bir taşın üzerine oturup, herkesin duyabileceği yüksek bir tonda onlara seslendi. “Bir dakika, beni dinleyin. İki aydır aralıksız aynı işi yapıp duruyorsunuz, sıkıldığınızın farkındayım. Yorgunluğun yarattığı stres; amacımızı, hedefimizi ve bizi bekleyen sürprizleri unutturdu. İnşaat işçilerine, gündelik amellere döndünüz; günü kurtarıp eve dönmeyi hesaplıyorsunuz.” dedi. Sücüllü köyünden gelen işçilerden biri, “nasıl hesaplamayalım hocam? Biz arkeolog değiliz, bu pahalı hayatta asgari ücretle ev geçindirmeye çalışıyoruz. Her şey almış başını gidiyor.” Anlatmaya devam edecekti ki, diğer bir işçi müdahale etti “Bir dakika, senin sorunlarını her gün dinliyoruz. Biraz da hocayı dinleyelim.” dedi. Hoca, Sücüllü’lü işçiye bakarak “Çok haklı, ülkede son on yıldır yaşanan pahalılık, deprem gibi öldürücü doğal felaketler ve işsizlik, insanların gelecekle ilgili umutlarını tüketti. Ama unutmayalım ki iyiye, güzele ve refaha ulaşmak büyük sabır gerektirir.” Önündeki büyük bloğu işaret ederek “Sabır, ağır bir taş gibidir. Herkes onu kaldıramaz. İnsan türü çok çabuk umutsuzluğa kapılır. Çünkü onu canlı tutan umut duygusu, Pandora’nın kapattığı kutunun/kavanozun içinde kalmıştır. Ne kadar yorulsanız da sıkılsanız da nerede çalıştığınızı unutmayın. Siz antik dünyanın en büyük dini merkezlerinden birisi olan, Men Tapınağı’nda geçmişe açılan kapının tam önünde çalışıyorsunuz. O kapı, hiç beklemediğiniz bir anda açılır ve sizleri geçmişin gizemli sırlarına götürebilir. Biliyorsunuz, dinler, ideolojiler ve ırklar insanlara büyük ödüller vaat eder ve umut aşılarlar. Bu tapınakta yaşayan ruhban sınıfı da inanlarına zenginlik, sağlık ve öbür dünyada cenneti vaat ediyor ve durmadan insanların umudunu körüklüyordu. Her ne kadar bizler bu tapınağın kazısıyla geçmişi anlatan bilimsel verilerin peşinde olsak da, her an umut ışığını canlı tutan mitler ve hayallerin arkeolojik ipuçlarını bulabiliriz.” dedi. Çalışanların üzerinde göz gezdirerek, “Rahat bir yerlere oturun. Size, ilerleyen kazı çalışmalarında bulabileceğiniz bazı arkeolojik eserlerin olasılıklarıyla ilgili bir hikâye anlatayım.” Herkes hocayı rahat duyabileceği bir yer seçip oturdu ve merakla anlatılanları dinlemeye hazırlandı. Hoca, sağ elini uzatıp tapınağı işaret ettikten sonra söze başladı. “Bu tapınak ve kutsal alan, Erken Demir Çağından beri burada ve çevre bölgelerde yaşayan halklar için en önemli kutsal merkez olmuştur. Dağın yüceliği ve kutsallığının üzerine böyle bir yapı inşa etmeniz için tanrısal belirteçlere ihtiyacınız vardır. Bunlardan en önemlisi “Baitylos” ya da diğer adıyla “Omphalos taşıdır.”” İşçilerden biri çekinerek kısık bir sesle “Onlarda ne?” diye mırıldandı. “Bunlar, gökten düştüğüne inanılan siyah kutsal taşlardır. Bunların Tanrısal bir işaret olduğuna inanılır ve Antik Dönemde bu taşların bulunduğu alanlara tapınaklar inşa edilirdi. Yani günümüz Kâbe’sinde bulunan “Hacerül Esvet Taşı” gibi.” İşçi başını sallayarak “Şimdi anladım.” deyip gülümsedi. Hoca devam etti. “Diğer birçok değerli objenin yanı sıra, tapınaklarda insanların yaradılışını anlatan mitlerle ilgili objeler de saklanırdı. İşte bunlardan en önemlisi kadının yaradılışında Tanrı Zeus’un ona emanet edip açmaması konusunda sıkı sıkı tembih ettiği kutu/kavanozdur. “Pandora” ya da diğer adıyla “Tanrının Hediyesi” yani kadın, içindeki merak duygusuna yenilmiş, dayanamayıp bu kavanozun kapağını açmıştır. Kapağın açılmasıyla bütün kötülükler, hastalıklar dışarı çıkmıştır. Çıkanları gören Pandora, daha fazla kötülük çıkmasın diye kapağı kapatmış. Ancak, kötü olan her şey zaten dışarı çıkmış ve bir tek umut içeride kalmıştır. Dünyaya ve insanlara korkunç kötülüğü salan bu kabı, kimse bulmasın diye onu saklamış. O kapak açıldığı günden itibaren, kötülük insanlar arasında yayılmış ve insan hastalıklardan başını kaldıramamış. Bunlardan kurtulmak için insan hep umudu düşünmüş ve aramıştır.” Çamharman’lı bir işçi “Başımıza ne geldiyse hep bu kadınlar yüzünden geldi.” deyip alaycı bir biçimde güldü. Hoca, ciddiyetle yüzüne bakınca hafif mahcup biçimde başını öne eğip, “Ama öyle hocam.” diyerek çocuksu bir ifadeyle itirazını sürdürdü. Araya giren kız öğrencilerden biri “Ne alakası var? Lütfen bu cinsiyetçi tavırları bırakın, insan insandır.” deyip tartışmayı devam ettirecekti ki, alan sorumlusu asistan “Arkadaşlar bunları sonra tartışırsınız. Bırakın hocamız anlatacaklarını bitirsin.” diyerek sessizliği sağladı. Hoca konuşmaya devam etti, “Mevzu kadın erkek değil, benim sizlere bugün anlatmak istediğim kazı yaptığınız bu alanda bulabileceğiniz tarihi eserlerin değeri. Anlattığım hikâyeyi zaten birçoğunuz duymuşsunuzdur. Ama bilmediğiniz bazı bölümleri var. Pandora’nın sakladığı kutunun akıbeti ne oldu? Aradan yıllar geçti. İnsan denilen varlık, Tanrının içine yerleştirmiş olduğu “alışma” ve “unutma” duygusuyla her türlü hastalığa, acıya katlandı ve yaşamını devam ettirdi ve de aynı biçimde devam ettiriyor. Umutla ilgili kehaneti Prometheus’tan öğrenen bazı kâhinler, bu kutunun arayışına girdiler. Bunu ilk bulanlar Olympia’daki Zeus Tapınağı’nın Rahipleri oldu. Tapınağın içinde en ücra köşeye saklanan kutu bir gün ortadan kayboldu. O dönemde birden Delphoi’de bulunan Apollon rahibelerinin verdiği kehanetlerin hepsi gerçekleşmeye başladı. Ve dünyanın her yerinden insanlar akın akın bu kutsal alanı ve tapınağı ziyaret etmeye başladılar. Durumdan kuşkulanan Olympia rahipleri, kılık değiştirip tapınağa daha önce çok sayıda hediye yollayan Lydia Kralı Kroissos’un elçileri gibi değerli hediyelerle gelip bu tapınağı ziyaret ettiler. Tapınağın rahibeleri Pythialar tarafından kralın hatırına çok iyi karşılandılar. Bir yolunu bulup kutunun tapınakta olduğunu öğrendiler. Bu bilgi üzerine Olympialılar, kendilerine ait olduklarını iddia ettikleri kutuyu, resmi olarak istediler. Delphililer, çok geçerli bir bahaneyle onların bu isteklerini geçiştirdiler. Kutunun, Tanrı Apollon’un sığırlarını çalan Hermes’in, çaldığı sığırlara karşın lir ile birlikte tapınaklarına sunduğunu söylediler. Haberci ve hırsızların tanrısı Hermes’in işin içinde olması, Olympialıları korkuttu ve bu isteklerinden vazgeçmek zorunda kaldılar. Bu olaydan sonra tarihçi Herodotos’un da söylediği gibi Delphoi, dünyanın en büyük kehanet merkezi oldu. Orayı ziyaret eden herkes, umutla yurtlarına dönüyordu. Akdeniz havzasındaki diğer bütün tapınaklardaki din adamlarının gözü bu kutunun üzerindeydi. Eğer o kutuyu kendi tapınaklarına getirebilirlerse, çok büyük bir haç merkezi olabileceklerini hayal ediyorlardı. İnsan ne kadar uğraşırsa uğraşsın bazı şeyler kısmet değilse olmuyor. Pers kralı Xerxes Yunanistan’a sefer düzenlediğinde, ordusunda Anadolu’nun çok farklı bölgelerinden topladığı askerler vardı. Bu durumu fırsat bilen Men Tapınağı rahipleri, kutuyu bulup getirmeleri için çok sayıda inananını orduya kattı. Teknik işlere yatkın ve bilgili olan bu insanlar, kısa sürede dikkatleri üzerlerine çekmeyi başardılar. Cephede savaşmak yerine teknik işlerde kullanıldılar. Atina Akropolü yakılıp yıkıldıktan sonra, Delphoi’ye doğru hareket eden birliğin içerisinde bunlarda vardı. Kent ele geçirilip yağmalanırken diğer bütün askerler altın ve değerli eşyalara saldırırken, bunlar kutuyu aradılar. Dikkat çekmeyen, pişmiş topraktan yapılmış olan kutu, Tapınağın Adyton’unda küçük bir nişin içerisine konmuştu. Kutuyu bulup yanlarına aldılar. Savaş bitip yurtlarına döndüklerinde içerisinde bütün insanlığın umudunu taşıyan kutuyu da getirmişlerdi”. Kutu, sağ eliyle işaret ederek, “Tapınağın ana bölümü olan şu alanın yani Adyton olarak kullanılan mekâna yerleştirilmiş olmalıdır.” İşçilerden biri “Hocam ben bir şey anlamadım. Bilmediğim birçok yabancı isim söylüyorsun. İsimler yüzünden konuyu kaçırıyorum.” deyince diğer işçilerde homurdanarak onu tasdik ettiler. Asistan, şimdi vaktimiz yok ben size sonra bir daha anlayacağınız biçimde anlatırım. Müsaade edin Hocam bitirsin.” deyip; hocaya dönerek “Hocam lütfen devam edin. Sonunu çok merak ettim.” Dedi. Hoca, gülümseyerek “Adamlar haklı, dediğin gibi artık sen başka bir zaman sadeleştirerek tekrar anlatırsın. Kutu buraya getirildikten sonra bu tapınak ve kutsal alan büyük bir haç merkezine dönüştü. Her alanda çaresiz kalanların gelip umut dilendikleri bir yer oldu. Öyle ki, ne Büyük İskender ne de İmparator Augustus cesaret edip buraya dokunamadı. Hatta Hıristiyanlık, Roma İmparatorluk sınırları içerisinde büyük bir güç konumuna geldiğinde birçok İmparator, buraya gelip kurbanlar kesip Tanrı Men’den umut dilendiler.” Hoca cümlesini henüz bitirmişti ki bir öğrenci heyecanla ayağa kalkıp “Sonra ne oldu hocam?” deyip merakla sordu. Gülümseyen hoca, “Sonrasını biliyorsunuz. Hıristiyanlık, paganizme karşı galip gelip İmparatorluğun resmi dini olunca, tapınağı yıkıp kutsal alanı yağmaladılar. Tapınağı, kutsal kıldığını düşündükleri siyah taşı kırıp parçaladılar.” Öğrenci, heyecanla “Kutu ne oldu acaba…” dedi. Hoca, “onu bilmiyoruz. Hıristiyan kaynaklarında kutuyla ilgili herhangi bir bilgi yoktur.” Öğrenci, eliyle işaret ederek “Belki de hala orada konulduğu yerdedir.” deyip bakışlarını tapınağın merkezine dikti. Hoca, “Hikâyenin devamını, orayı kazdığımızda anlayacağız. Neyse bu günlük yeter, zaman çok ilerledi. Malzemeleri toparlayın tatilden sonra çalışmaya devam ederiz.” deyip alan sorumlusu asistana baktı. Asistan, işçi ve öğrencilere yapmaları gerekenleri direktifle verdi.
İki günlük tatilin ardından, sabahın erken saatinde bütün çalışanlar heyecanla kazı çalışmalarına başladılar. İlk hafta Tapınağın Temenos’unun içerisindeki çalışmayı tamamladılar ve ikinci hafta, tapınağın içindeki yıkıntıyı kaldırmak için coşkulu bir istekle işe koyuldular. Tapınağın Pronaos yani ön alanında ufak tefek buluntular dışında pek bir şey çıkmadı. Haftanın üçüncü günü Naos, ana bölüme geçtiler. Gün batıp karanlık bastırmış olmasına rağmen, bir türlü işi bırakmak istemiyorlardı. Alan sorumlusu müdahale etmeseydi çalışmaya devam edeceklerdi. Haftanın son günü içerideki dolgunun büyük bir bölümünü boşaltmışlardı. İşçi ve öğrencilerin arasında şöyle koşmalar geçiyordu. “Hocanın anlattığı umut kutusunu bulursak; insanlığın içine düştüğü umutsuzluğa çare bulmuş olacağız. Kutuya kapatılmış olan umudu salıp, herkesin umut ve hayallerinin gerçekleşmesini sağlayacağız. Düşünsenize bir, aradan yüz belki de bin yıl geçmiş hoca gibi bir bilim insanı oturmuş, bizim bu yaptıklarımızı yani insanlığa olan bu hizmetimizi yeni nesillere anlatıyor. İşte gerçek ölümsüzlük böyle bir şey olsa gerek…” bu ve buna benzer daha birçok sohbet havada uçuşuyordu.
Salı günü, kazı çalışmalarına başlandığında ekibi büyük bir heyecan sarmıştı. Her günkünden daha dikkatli çalışılıyor; çıkan toprak eleniyor ve en küçük buluntu bile seçilip alınıyordu. Tapınak, Hıristiyanlar tarafından yıkıldığı zaman bazı duvar taşları, ana bölümün içerisine göçürtülmüştü. Bu büyük bloklar vinç yardımıyla çıkarıldıktan sonra tapınağın üzerine yapıldığı kayanın bazı bölümleri görülmeye başladı. Burada da ön alanda olduğu gibi kaya tıraşlanmadan doğallığıyla bırakılmıştı. İçeride çalışan öğrencilerden biri, duvarın üzerinde oturmuş çalışmaları pür dikkat izleyen hocaya bakarak “Hocam, burası tapınağın zemini değil mi? Düzgün değil burası kaya dolu, bu nasıl bir zemin?” diye sordu. Hoca, “Burası tapınağın alt katı, yani tapınağa getirilen hediyelerin ve değerli eserlerin konulduğu yer.” Sağ elin parmağıyla işaret ederek, “Tapınağın esas zemini şu seviyede başlamaktaydı.” Hoca’nın değerli eşyaların konulduğu yer olduğunu söylemesi, çalışanları daha da heyecanlandırdı. Mekânın kuzeydoğu köşesinde 4. Yüzyıl öncesine ait seramik parçaları arasında, üç adet kandil ve üç tane de Konstantin Hanedanlığına ait bronz sikke bulundu. Sikkeler, umut kutusunu bulma umudunu daha da pekiştirdi. Sikkeleri bulmanın heyecanı yüzlerden henüz solmamıştı ki aynı seviyede güneydoğu köşede duvarın dibinde yuvarlak formda, pişmiş topraktan bir kapak ortaya çıktı. Üstte yuvarlak bir tutamağı olan kapak, fotoğraflanıp belgelendikten sonra alan sorumlusu kapağı yerinden almak için eğildi, çalışanların tamamı çalışmayı bırakmış nefeslerini tutmuş ona bakıyorlardı. Kapağı kaldırıp üzerindeki toprağı elindeki küçük fırçayla hafif temizleyip, iç tarafını çevirdiğinde kapağı elinin içine alıp, bütün heyecanını bastırarak parlayan gözleriyle hocanın yüzüne baktı. Hoca bu bakışın ne anlama geldiğini çok iyi biliyordu. Herkes zaman durmuşçasına bu anlık bakışın bitip söylenecekleri bekliyordu. Kapağı eliyle sıkıca kavramış gözlerini hocadan ayırmayan sorumlunun dudaklarından, “ELPİS” kelimesi dökülünce hoca heyecanla oturduğu yerden kalkıp ona doğru yürüdü. Oradakiler de hareketlendi. Asistan kapağı hocaya uzattı. Kapağı alan hoca, altı yukarı gelecek biçimde sol elinin avucunun içine yerleştirip parmaklarıyla kenarlarını kavradı. Uçup kaybolacak bir ruha bakıyormuşçasına kapağa baktı. Sağ elin işaret parmağını yazının üzerinde gezdirip kendi kendine “elpis elpis” diye söylendi. Kız öğrencilerden biri oradakilerin düşüncelerine tercüman olmak istercesine “Hocam, o söylediğiniz kelime ne anlama geliyor? çok merak ettik. Bizimle de paylaşır mısınız?” deyince Hoca, bakışlarını kapaktan ayırmadan “Umut” demek. Umutsuz bir ses tonuyla “Sanırım aradığımız kutunun kapağını bulduk.” deyip bakışlarını etrafına toplananların üzerinde gezdirdi. İşçi ve öğrenciler, hocanın umutsuz bakışları karşısında nasıl bir tepki vermeleri gerektiğini kestiremediler. Hoca, yüzüne bir gülümseme yerleştirerek “Neyse kutlarım sizi, güzel iş çıkardınız, çalışmaya devam.” Diğer parçada, eliyle zemini işaret ederek, “Buralarda bir yerlerde olmalı.” deyip oturduğu yere geri döndü. Asistan, çalışmayı yeniden başlattı. Tapınağın içi tamamen bitirildiğinde birkaç kandil ve seramik parçası dışında bir şey çıkmadı. Çalışanlar bu duruma bir anlam veremediler. Çay molası olmuş bütün çalışanlar konuşmadan gönülsüzce çaylarını yudumluyorlardı. Sücüllü Köyünden gelen işçi çekingen bir ses tonuyla “Hocam, siz bizi kandırdınız sanırım” deyip çayından derin bir yudum aldı. Hoca gülümseyerek, “Hayır kesinlikle sizi kandırmadım. Sadece tarihin en erken dönemlerinden itibaren yöneticilerin, dincilerin insanları kendi istekleri doğrultusunda davranmalarına yönelik kullandıkları “umut” kelimesinin içinde barındırdığı derinliği ve acıları sizlere göstermeye çalıştım. Ama görüyorum ki büyük bir hayal kırıklığı yaşadınız. Benim de istediğim tam da buydu. Antik dönemde, yaratılmış mitosların hiç birisi sırf hikâye olsun diye tesadüfen uydurulmamıştır. İnsana ve toplumlara verilmek istenen mesajlar, bu mitosların içerisine yerleştirilmiştir. İnsanın çektiği yokluklar, yaşadığı zorluklar, hayal kırıklıkları, hastalık ve diğer felaketler karşısında, içine düştüğü çaresizlikler umut ışığıyla aydınlatılıp bir çıkış yolu gösterilmeye çalışılmıştır. Bununla insana, en zor zamanlarda umut ederek hayata tutunması ve yapılanlara katlanması sağlanmıştır. Ayrıca, egemen sınıf, eğitimsiz, cahil bırakılmış insanların içinde bulundukları duruma şükredip; bu durumun her an değişebileceğini umut etmelerini aşılamışlardır. Düşünsenize, uydurulan bir mitosa inandırılan binlerce insan, dünyanın farklı yerlerinde akın akın Olympia ve Delphoi’deki tapınaklara gediyor; pişmiş topraktan bir kavanozun içerisinde kaldığına inanılan umuttan medet umuyorlardı. Bu kutu sayesinde, oradaki ruhban sınıfı ve kentin yöneticileri ne kadar çok para ve değerli hediyeler kazanmıştır.” Öğrencilerden biri gözlerinin içi parlayarak, “o zaman, “umut, fakirin ekmeğidir.” sözü doğru demek ki; o dönemde de herkes, o kutudan sorunlarına çare bulmayı ummuşlar.” Hoca, başıyla öğrenciyi onaylayarak, “tamda öyle… Bir taraftan içine düştükleri çaresizlikten kurtuluş ışığını arayan milyonlar, diğer taraftan bu durumu fırsata çeviren birkaç uyanık.” Konuşmaya devam edecekti ki Yüksek Lisans yapmış öğrencilerden biri,“Hocam günümüzde de öyle değil mi? Birçok ziyaret, tarikat, kutsal emanet milyonlar tarafından ziyaret ediliyor, kurbanlar kesiliyor, dualar ediliyor ve insanlar umutla geri dönüyorlar. İki elini yana açarak, demek ki değişen bir şey yok” dedi. Gurur ve sevgiyle öğrencinin gözlerine bakan hoca, “Çok haklısın, arkeoloji bir köken bilimidir. Siz, bunu çok iyi öğrenmişsiniz. Kökeni bilmeden dalla budakla uğraşmak doğru bir sonuç çıkarmanızı zorlaştırır.” Dedi.
Doktora tezini Antiokheia’nın Hıristiyanlık Dönemi üzerine hazırlayan öğrenci, “Hocam müsaade ederseniz; anlattığınız umut mitiyle ilgili bende birkaç şey söylemek isterim.” Deyince, hoca sağ elini buyur anlamında açarak “Tabi ki buyur.” dedi. Öğrenci, “İnsanın umut arayışını Hıristiyanlar da çok kullanmışlardır. İmparator Konstantin’in annesi Helena, Kudüs’ü ziyaret ettiğinde Hz. İsa’nın çarmıha gerildiği gerçek haçı ve kutsal emanetleri bulup Konstantinopolis’e yani İstanbul’a getirdiğini söylemesi üzerine, İstanbul da bir haç merkezine dönüşmüştür. Hıristiyanlık Avrupa’ya yayıldığında keşişler, Haçlı Seferleri sırasında ve sonrasında Kudüs ve çevresinde topladıkları çok sayıda kutsal emaneti, Avrupa kiliselerine taşırlar. Böylece bu kiliseler de haç kiliseleri olarak çok sayıda inanan tarafından ziyaret edilir. Öyle ki Kudüs bölgesinde, kutsal emanet üreten yüzlerce sahtekâr türer ve onların yaptığı sahte eserler, Avrupa’daki kiliselerde kutsal emanet olarak büyük bir ilgi görmüş ve bulundukları kiliselere inanılmaz paralar kazandırmıştır. Zor durumda kalan inanlar, bu emanetleri ziyaret ederek, her şeyin düzeleceğini umut etmişlerdir. Buna benzer daha çok örnek var. Sizin de belirttiğiniz gibi insanların umutla ilgili duyguları tarihin her döneminde kötüye kullanılmış ve sömürülmüştür.” Dedi. Hoca, “Teşekkür ederim, eksik bıraktığım yeri tamamlamış oldun” deyip, verdiği örneklerden dolayı onu takdir etti. İşçilerden biri “Hocam lafın kısası, fakir – fukaranın, garibanın iyi duyguları hep kötüye kullanılmış.” diyerek iç geçirdi ve derin bir nefes aldı. Hoca, “Maalesef, aynen öyle.” deyip ayağa kalktı, tapınağı çevreleyen Güney Temenos duvarına doğru yürüdü.
Güneş batmak için batıdaki dağların üzerine inmiş, sarıya çalan kızıl bir ışıkla tapınağın duvarlarını aydınlatıyordu. Alan sorumlusu, “Hadi! Toparlanın gidelim. Güneş yarın yine doğacak ve bizler, yeni umutlarla işe başlayacağız. Yaşadığınız sürece umut asla bitmez…” diyerek, arabaya doğru yürüdü.
Etiketler: Hikaye » Pisidia Antiokheia » Prof.Dr. Mehmet Özhanlı » Umut Asla BitmezYorum yapabilmek için Giriş yapın.
BENZER HABERLER