logo

reklam

Toplumsal Çürümüşlüğün Resmi: Depremler

Dünya faylarının kırılmasıyla meydana gelen depremler, öldürdüğü insanlarla birlikte hayatta kalanlarında yüreğini ortadan ikiye bölüyormuş. 6 Şubat depremi, yüreğimin yarısını kırdığı fayın yarığından yerin karanlığına gömdü. Kalan yarısı, sevdiklerimi kaybetmenin korkunç acısı, geçmişin anıları ve de pişmanlıklarıyla dolu. Tanımı olmayan bu acı, beynimde her dakika 7.4 şiddetinde depremler meydana getiriyor ve bu depremlerin artçıları durmak bilmiyor… İnsan eliyle yapılmış binalar artık gözüme tabut gibi görünüyor. Bu tabutlara yerleşmiş insanlar, kendilerini ölümsüz ve diri sanıyorlar; oysa ölmeden önceki anlarını yaşıyorlar.
Semavi dinler insanı, Tanrı’nın yarattığı en mükemmel varlık olarak tanımlar. Böylece insanı kutsallaştırarak diğer canlılardan üstün bir konuma yükseltir ve bütün canlıların onun için yaratıldığı fikrini aşılar. Kendini böylesine özel ve çok akıllı gören bu kutsal canlı(!), dünyayı istediği gibi şekillendirebilme hakkını kendinde görür. Dinlerinden cesaret alarak Tanrı’ya sırtını yaslayan insanlar, doğa kurallarını görmezden gelirler. Büyük bir aç gözlülükle akıl ve mantıktan yoksun, sonunu düşünmeden doğa yasalarının tamamını çiğnerler. Fay hatlarının üzerine, dere yataklarına, deniz kenarlarına kısacası bilimin ve doğanın yapmayın dediği her yere inşaatlar yapar ve umarsızca yaşarlar. Deprem, heyelan olduğunda, sel geldiğinde, deniz taştığında ölürler ve bunu da Tanrı’nın yazdığı kadere bağlarlar. Kadere bağlamakla yetinmez birbirlerini suçlayarak yapılan ahlaksızlıklar yüzünden olduğuna inanarak iddia ederler. İnsan denilen türe sorsanız yüzde doksanı kendisini çok akıllı ve yukarıda da belirtildiği gibi diğer canlılardan üstün görürler. Hayatım boyunca, yapılan ironiler dışında ben aptalım, geri zekalıyım diyen bir tane insana rastlamadım. Herkes kendini çok zeki ve akıllı görür. Sorsanız bu inançlı, dindarlar külli ve cüzi iradeyi öz güvenli bilmişlikle anlatırlar. Doğa kuralları bir kenara; Tanrı’ya inandıklarını ve dindar olduklarını her saniye belirten bu insanlar, inandıklarının verdiği cüzi iradeyi neden doğruya kullanmadıkları anlaşılır bir şey değildir. Cahil bırakılmış halkın bilinçsizliği bir nebze normal karşılanabilir. Ancak, yönetim makamlarında oturan ve karar vericilerin yaptıkları yanlışlar, asla affedilemez. 6 Şubat depreminin vurduğu kentlerde hala gün aşırı depremler devam ederken; alel acele yapılan planlamalar ve eskinin özensizliğiyle yapılan işler, devleti zarara uğratmak ve halkı tehlikeye atmaktan başka bir şey değildir. 16 Ekim’de Malatya’da meydana gelen 6 şiddetindeki deprem, bazı konularda ne kadar acele edildiğini gün yüzüne çıkardı. Karar vericiler, Malatya’da 1893 yılında meydana gelen; kenti tamamen yıkıp ve Yeni Malatya’nın kurulmasına sebep olan depremle ilgili dönemin haber yapan gazetelerini okuyup incelemiş olsalardı bu kadar hızlı kararlar vermezlerdi. Ancak, “bir şey olmaz” zihniyeti, bütün toplumun hücrelerine işlediği için hiç kimse yaşanan ve yaşanacak olan felaketlerin ortaya çıkaracağı sonuçların boyutunun farkında değil. Farkında olanlarsa aç gözlü, bencil ve ahlaksızlığı karakteri edinmiş, ölenlerin kanını kendilerine sermaye yapıyorlar.
Hukuk devletini ayakta tutan üç sac ayağı yasama, yürütme ve yargıdır. Bu üçü, üzerine düşen sorumlukları ve görevi adil biçimde yerine getirmezse; birbirlerinin işlerine müdahale etmeye başlarlarsa, devletin adil tanımı kâğıt üzerinde kalır. 6 Şubat depreminden sonra yaşananlar, bu üç sac ayağını birbirlerinden ayırmanın önemini vurgulayan Montesquieu’nin görüşünün ne kadar doğru olduğunu kanıtlamıştır. Depremin vurduğu, on binlerce insanın öldüğü kentlerde yürütme ve yargı, uzun yıllardır yönetimde bulunan sorumluların hiç birisine hesap sormadı. Herkesin yaptığı yanına kar kaldı. Ahlaksızlığın zirvesini yaşayan siyaset ve siyasetçiler, biz ve ötekiler anlayışıyla hareket ettiler ve etmeye devam ediyorlar. Ne bir vali ne bir belediye başkanı ne de bunları atayan, seçtiren tutuklandı. Kentler hakkında bütün kararları alan bu mercilerin hiç mi suçu yoktu. İmar alanlarını belirleyip plan çıkarttıran, binalardaki kat sayılarını belirleyen, yapılan işleri denetleyen Belediye başkanı ve meclislerin hiç mi sorumluluğu yoktu. Tek suçlu evi yıkılıp altında can veren fakir fukara mıydı? 24 Ocak 2020 yılında Elâzığ merkezli meydana gelen depremde Malatya’da da çok sayıda ev hasar görmüştü. Hasarlı evlerin neredeyse tamamına denetleyenler az hasar raporu verdiler. 6 Şubat’ta meydana gelen ilk depremde Malatya’da toplam 130 bina yıkıldı ve bu binaların tamamına Elâzığ depreminde az hasar raporu verilmişti. Kız kardeşim, iki yeğenim ve eniştemi kaybettiğim Ermeç 37 No’lu Apartman da bunlardan bir tanesiydi. Bu binalara az hasarlı raporu verenler, bu kişilerin çalıştığı kurumlar, bu kurumların bağlı olduğu belediye başkanları, valilerin hiç mi kusuru, suçu yoktu. Bu sorumluların hiçbirine dava açılmadı ve suçlu olabileceklerine yönelik küçük bir ima da dahi bulunulmadı. Tam tersine depremde gösterdikleri üstün hizmetten(!) dolayı ödüllendirildiler. Birçoğu hala devletin üst makamlarında yöneticiliğe devam etmekteler. Şimdi sormak istiyorum: Kentlerde yaşayanların kaderleri hakkında tüm kararları alan devletin bütün imkanlarından sonuna kadar faydalanan Valilerin, Belediye Başkanlarının sorumlukları ne? Bunlar ne yaparlarsa/yapmazlarsa suçlu olurlar. Din ve milliyetçilik kılıfını yüzlerine geçirince bunlar adalete karşı dokunulmazlık zırhı mı giymiş oluyorlar. Yargı denilen şey baklava çalan çocukları içeri atıp ceza verirken on binlerce insanın ölümünden ihmali bulunan ve sorumlu olanlardan neden hesap sormuyor?  Hani yargı bağımsız ve tarafsızdı. Bu bağımsız yargı neden hiç sorumlu olan siyasilere ve karar vericilere dokunamıyor. Yönetimde bulunan partilerin üyesi olunca kusursuzlaşıp mükemmelleşiyor mu bunlar. Hz. Ömer’in adaletini kendilerine destur edindiklerini söyleyip, adaleti ayak altına alanları Hz. Ömer’e ve Allaha havale ediyorum.
16 Ekim’de meydana gelen 6 şiddetindeki depremden sonra Malatya’da daha önce az hasarlı raporu verilen binalar ve yeni yapılmışların hasar tespiti yine Elâzığ depreminden sonra yapıldığı gibi az hasar raporu verilip geçiştirilecek mi? Yoksa gerçekten ciddi bir biçimde hakkaniyetle mi yapılacak. Yoksa aldıkları kararların, yaptıkları planların yanlışlıkları ortaya çıkmasın diye yine örtbas mı edecekler.
Depremde Malatya’da ölenlerin bütün sorumluluğu üzerinde olan dönemin Belediye Başkanı Sayın Selahattin Gürkan, televizyonlara çıkıp ölenlerin tamamını, İslami nizama göre defnedildiğini yüzü kızarmadan söyledi. Oysa biz ve daha birçokları cenazelerini yıkayamadan gömmek zorunda kaldı. Sayın Gürkan, bu yalanla da yetinmeyip utanmadan “Kutsal kitabımızda ahlaksızlık yapanların, Allah tarafından bu şekilde cezalandırıldığını yazdığını” pişkin pişkin anlattı. Genç görünmek için saçını, bıyığını siyaha boyamış bu zat, üstlendiği sorumlulukların hiçbirini yerine getirmemiş kendisinin yaptığı ahlaksızlığı ölmüş masum insanların üzerine atarak, yaptığı konuşmalarla ahlaksızlığını deklere etmiştir. İnsanların yaraları hala kanarken bu şahıs, arkasındaki siyasi güce güvenerek bu kadar fütursuzca davranabilmiştir. Güvendiği güçte onu yalnız bırakmamış; suçlanmadan ve hiçbir soruşturma geçirmeden sadece belediye başkanlığına aday gösterilmemiş, farklı hizmetlerle ödüllendirilmiştir. Aleksandr Solijenitsin şu sözü yaşadıklarımızı ve bize yalan söyleyenleri çok güzel tanımlıyor: “Yalan söylediklerini biliyoruz, Yalan söylediklerini biliyorlar, Yalan söylediklerini bildiğimizi biliyorlar, Yalan söylediklerini bildiğimizi bildiklerini biliyoruz, ama hala yalan söylüyorlar.” Eğer Allah, insanları ahlaksızlık yaptıkları için cezalandırıyorsa ve depremde ölen fakir fukara ahlaksızlık yaptığı için öldüyse kalanların bundan ders çıkarıp ahlaklı olması gerekmez mi? Görüldüğü kadarıyla hiç kimse ders falan çıkarmamış ahlaksızlıktan gemi azıya almış, son sürat devam ediyorlar. Orta hasarlı denilen evlerine az hasar raporu almak için rüşvet verenler; hasarlı evlerini sağlamlaştırma adı altında cilalayıp satanlar. Bu evleri bile bile alanlar; alele acele yenilerini yapanlar. Fırsattan istifade üç liralık şeyi ona satanlar… Kısacası ahlaksızlığı, tarihin hiçbir döneminde yaşanmamış biçimde normalleştirip dincilik, milliyetçilik ve diğer ideolojilerin örtüsü altında “Lut Kavmine rahmet okutacak” bir duruma getirdiler. Depremde ölenleri ahlaksızlıkla suçlayan zihniyetin ülkeyi içine düşürdükleri şu duruma bakın: Bebek, çocuk demeden tecavüz edip hunharca öldürmeler, kadın taciz ve tecavüzleri, evcil hayvanları katledilmesi, madde bağımlılığının ilkokul düzeyine indirilmiş olması, eğitimin içini boşaltarak zır cahil nesiller yetiştirilmesi, ruhu pislikle yoğrulmuş katillerin ceza evlerinden salınıp toplumun başına bela edilmesi, sokakların mafya örgütlerine teslim edilmesi, ülkenin geleceğinin tarikatlara, cemaatlere bırakılması… Hangi birini yazalım.
Kız kardeşim, yeğenlerim ve eniştem ahlaksızlık yaptıkları için kolonu kesilmiş binanın altında kalarak ölümle cezalandırıldılar diyelim. Ya, yukarıda daha çok azını saydığım ahlaksızlıkları yapanlar, onlara göz yumanlar, yapılmasına ortam sağlayanlar, adaleti yerine getirmeyenler kısacası karar vericiler bunlar ne olacak. Yaptıkları yanlarına kar mı kalacak… Benim gücüm yetmez onun için yine Allaha havale ediyorum. Çaresiz kalan insanların yapabildiği tek şey bedduadır. Allah hepsinin belasını versin. Bize çektirdikleri acıların milyon katını yaşasınlar.
On binlerce insanın korkunç bir biçimde öldüğü depremden sonra ateşin düştüğü yeri yaktığını; timsah gözyaşlı insanların ne kadar iyi oyuncular olduklarını çok iyi anladım.
Siz yine de yazdıklarıma bakmayın bütün bunlar, dış güçlerin işi yoksa, Türk ve Müslüman olan biri asla böyle şeyler yapmaz…

Etiketler: »
Share

Yorum yapabilmek için Giriş yapın.